Pencerenin önünde durmuş, zamanın geçmesini bekliyordum. Karşıki çatıların üzerinden, şehri kuşatmış gri bulutlar görünüyordu. Gökyüzünü herkes sever, ben çatıları niye severmişim onu düşünüyordum. Cep telefonu o kendine has hödüklüğüyle öttü. Bu öyle tuhaf bir ötüştür ki, sizi benliğinizin içinden çekip çıkartır, tıpkı derisi soyulan bir yılan balığı gibi. Mesaj Tarık’tan geliyordu: “Nasıl geçiyor soggguuukk Budapeşte’de hayat?”
Aslında ben de, belki tam o cevaba doğru yaklaşmaya çalışıyordum. Dikkatim dağılmıştı ama karşıdaki apartmanın üst katında, cama yapıştırılmış kardan adam çıkartmasını görmem de, bu sayede mümkün oldu. Orada yaşayan bir çocuk var, dedim kendi kendime; kara ve Noel Baba’ya inanan bir çocuk, eğer bu hala mümkünse.
Aslında mümkün olduğunu biliyordum, bunu böyle dile getirmem daha çok kendi inançsızlığıma bir payanda oluşturmaktan ibaretti. Kısa, çok kısa bir süre, o çocukla artık bütün bütüne yabancısı olduğum bir başka çocuk arasında bir geçişkenlik kurulabilir mi diye tarttım zihnimde: İki apartman arasındaki mesafesel yakınlık ile zamansal uzaklık gibi basit şeyler üzerine düşünüyordum: Bazıları çocukluğa tutunmaya çalışır dönüp dolaşıp. Onlar çocukluğun vahşetini anımsamıyorlar bence, sadece bugünkü can sıkıntılarından kaçmaya çalışıyorlar.
Ama tam da bunlar üzerine kafa yorarken, beni asıl etkileyen şeyin, ne cama yapıştırılmış o kardan adam çıkartması ne de karşıdaki hayali varlığıyla öteki çocuk olduğunun ayırdına vardım. Arzumu tetikleyen kaç gündür bakmakta olduğum taşları kararmaya yüz tutmuş 20. Yüzyıl başından kalma o binaymış. Berlin’de Görlitzer Bahnhof metro istasyonunun arkasından biliyordum o binayı. Daha sonra bir dergide fotoğrafına da rastlamış ve yıllarca benimle o odadan bu odaya sürüklenen mantar panoya asmıştım. Bir taşınma sırasında yitmiş olmalı. İstasyonda, eğitimli kurt köpeğiyle yürüyen, siyah giysiler içindeki kör adamın arkasında duruyordu bina.
Günün ilerleyen saatlerinde Jászai Mari tér geldim. Keskin bir ayaz vardı ama beklentilerin aksine havada kar kokusu yoktu. Tuna kıyısından, Ujlipótváros’a ve Margit Adası’na paralel yürüdüm. Nehir kıyısındaki en güzel eski binalar buradadır. Biraz fazla yürürseniz ilerde yeni yapılan apartmanlar var, nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlarsınız. Yürüyüş yapan birkaç kişiyi saymazsak genellikle boştur burası. İnsanın düşüncelere dalması için uygun bir alan. Ben de, bir tempo tutturmuş giderken bu eski bina takıntımın kökeni üzerine düşünüyordum, acaba bunun kendimi bildim bileli bana eşlik eden kar ve kış tutkusuyla da bir bağlantısı var mıydı?
Ayvalık’tan yola çıkarken yanıma François Walter’in “Kış: Bir Mevsimin Tarihi” kitabını da almıştım. Bir haftadır yatmadan önce ya da erken kalktığımda onu okuyup duruyordum. Gelmekte olan Peşte kışı, gelmiş olan mesaj, karşı camdaki kardan adam… Belli ki bir kış yazısı toplamaya başlamış zihnin ama sen ancak şimdi fark ediyorsun, diyordum kendi kendime. Böyle bata çıka giderken bir süre sonra şairin o dizeleri, usul usul bütün ufkumu kapladı:
“Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.”
Aslında hep tekrarlanan bir sahne bu, yaşantımızda. Genellikle hikayelerimizi böyle kurarız. Hatırlamak bir provadır sonuçta ve zamanı eğip bükmek, ona kendimizce bir şekil vermekle doğrudan alakalıdır. Hatırlıyorum derken tekil bir şimdiki zamandan bahsettiğimiz yanılsaması yaratmak isteriz. Oysa zamanın kendisi gibi, çoğuldur o da. Demek ki o pencereden karşı ki binaya bakarken zamana bakıyordum. Benim zihnimin çoğul zamanlarına. Bu durumda karmış, binaymış, çocukmuş diye tek tek ayırmanın anlamı yoktu. Hepsi aynı zamanın parçalarıydılar.
Peki o halde niye sürekli zamanı bölüp duruyoruz? Yılı aylara, haftalara, günlere. Günü saatlere, saniyelere, saliselere kadar parçalamakta amaç nedir?
Bütün bunlar baştan beri bir düzen yaratmak içindi. Paganlar yerleşik hayata geçtiklerinde, Hesiodos’un takvimi devreye girmişti. Çiftçi ve Şair Hesiodos’un “İşler ve Günler” kitabı, MÖ 7. yüzyılda yazılmıştı ve burada her şeyin bir mevsimi ve zamanı vardı. Ahlak (iş ahlakı elbette) üzerine kurulu bir tür çiftçi takvimiydi ve gökyüzündeki dönemsel değişimlerle toprağı ekip biçmek arasında bir çizelge oluşturmak üzerine kurulmuştu. O yaşam biçimine göre iki mevsim yeterliydi: yaz ve kış. Neden sonra mitolojik isyankar Prometheus, sıcak dönemin başlangıcından meyvelerin toplandığı zamana uzayan bir ilkbaharı araya katarak, üçlü ritmi başlattı. Kutsal şarap yani bağ bozumu zamanıyla kuartet tamamlandı.
Sonrası büyük ölçüde siyasaldır. François Walter’den aktaralım: “Einstein kadar Hz. İsa’da takvimi etkiledi. Jül Sezar, Charles Darwin. Papa XIII. Gregorius ve Aristotales takvimin oluşum sürecinde rol oynadı. Bireylerin yanısıra büyük toplumsal hareketler de; Rönesans’ın özgür düşünce ruhu, Ortaçağ tüccar sınıfının yükselişi, Marksizm, evrim ve varoluşçuluk teorileri ve deneysel bilim gelişimi zaman kavramımızı şekillendirdi.” Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, Çinli hükümdarlar mevsimlerin düzenlenmesini kendi görevleri sayarlarmış.
Aynı şey yönler ve haritalar için de geçerlidir. “Kuzeyin, kuzeyde olduğunu nereden biliyoruz”, diye sormuştu Ece Ayhan. Avrupalı haritacılardan biliyorduk elbette. Eskiden güneyin yukarıda olduğu haritalar vardı. Ancak 16. Yüzyıldan sonra, emperyal Avrupa’nın kendini dünyanın merkezine yerleştirmesiyle birlikte, kuzey haritalarda tahta çıktı.
Akşam alacasına doğru, Szent István Bazilikası’nın önündeki Noel pazarına varmıştım. Sibel’i beklerken o donmuş zamanı ve içimi ısıtmak için, bir tezgahtan sıcak şarap aldım. Kilisenin merdivenlerinde durmuş, pazar yerine bakıyor ve kışın nasıl bir klişeler yığını olduğunu düşünüyordum: Kış, bir ölüm kalım meselesi olarak konur daima önümüze. Sertleşmiş toprak, donmuş sular, çıplak ağaçlar, uğultulu rüzgarlar… Hep uzak ve soğuk bir zamanı, adeta öte dünyayı hatırlamaya yakındır imgelemimizde. Mitolojik olarak da böyle kurulmuştur zaten. Onun şiirsel yanını, oradaki saflığı ancak çocukken kısa bir süre algılar, sonra klişelere teslim oluruz. Beyaz kar ,“dağınık pazar yerleri”nin çamurunda kaybolur.
Claude Levi Strauss, Kuzey Amerika yerlilerini anlatırken, mevsimlerin bazen 16 parçaya bölündüğünden söz eder ve yıl içinde görülen bir otun, zamanın akışına göre bazen yüz farklı ismi vardır. O zenginliği çoktan yitirdik. Bugün zamanla olan ilişkimiz tıpkı mevsimlerle ve hava durumuyla olan ilişkimiz gibi histerik bir hal almış durumda. Takvime bakan, orada rakamlar ve günler gören ama bunların ne anlama geldiğiyle bağı kopmuş bir insanlıktan söz ediyoruz. Bu fırtına da nereden çıktı, diye soran bir dil. Zamanla mekan arasındaki bağ yitimi korkunç boyutlara ulaşmış durumda ve o olağanüstü boşluğu, sürekli hava durumunu konuşarak örtmeye çalışıyoruz.
“Kaçta yağacakmış?”
Tek çare anlatmayı sürdürmektir belki de. Bir ömür boyunca anlattığımız, anlatırken başkalaştırdığımız, eğip büktüğümüz hikayeler, ısrarla anlatmaya devam edersek ve yeterince uzun yaşarsak elbette, kar altındaki çıplak bir ağacın o yalın görkemine kavuşurlar sonunda.
Yazın da ölündüğünü anlarız!
Serhat Öztürk
serhatozturkyazilari.com