Banktaki kadın: “Bir an bakışlarımız kesişti. Bir rakunun mor gözleriydi bunlar”

Eylül’de 15 günü bir arkadaşımızın, o sırada boş olan Dohány utca, 68 numara, ikinci kattaki dairesinde geçirdik. 20. yüzyıl başında yapılmış, ortası geniş avlulu görkemli Budapeşte apartmanlarından biri; hani şu dışı seni yakar içi beni denilen binalardan.

20. yüzyıl başında burjuva aileler için inşa edilmiş geniş dairelermiş, zamanla ufalmışlar. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda, bir hayli tahrip olan kentte konut sorunu baş gösterdiğinde, komünist rejim bu büyük daireleri ortak banyo-mutfağın olduğu ve her odasında bir ailenin yaşadığı komünal mekanlara dönüştürmüş. O günün şartlarında, insanları sokakta bırakmak yerine sıkış-tıkış da olsa bir çatının altına yerleştirmek hiç de saçma değil. Saçma olan bunu bir ideolojiye dönüştürüp onda ısrar etmek. Sürmemiş zaten ve 1960’lardan sonra (kabaca), yeni bir bölümlemeyle 30 ile 50 metre kare arasında daireler çıkmış ortaya. Ama o aradaki 15 yıl, komünistlerin günah keçisi oldukları bir efsaneye dönüşmüş, bugün hala anlatılıyor: “O canım daireleri, parça pinçik ettiler.”

Geri dönüşü olmayan bir süreçten söz ediyoruz. Miskolc’daki bahçeli evimizi sattık ve Budapeşte’de küçük bir daire almak için mesai harcıyoruz. “ingatlan.com” en yakın arkadaşımız. Gece onunla yatıp sabah onunla uyanıyor, kahvaltıdan sonra emlakçılara mesaj atıyor, hızla toparlanıp VI., VII., IX., XIII. ve XIV. bölgelerde keşif gezilerine çıkıyoruz. Beğendiğimiz sokakların tabelalarını çekiyoruz cep telefonuyla. Sonra eve dönüp sanal alemde kayboluyoruz.

Ne yalan söylemeli, eski ev seviyoruz. Paramız sınırlı, isteklerimiz bir hayli, eski evler pek harap, pek ışıksız, pek küçük. Bizim onca uğraştan sonra bulup gönül indirdiklerimiz ise ya satılmış ya da teklif almış oluyor. Binalar semtine göre alt ya da alt orta sınıfa, çoğunlukla da öğrencilere hitap eden daireler haline gelmiş ve aralarında şaşmaz bir hiyerarşi var: alt ve üst katlar, avluya-caddeye bakanlar, asansörlü ya da asansörsüz olanlar, doğalgaz sobalı ya da kaloriferli olanlar, yenilenmiş ve yenilenmemiş olanlar gibi. Şanslıyız, kaldığımız dairenin sokağa bakan kocaman bir camı var. Sabahları odayı havalandırmak için ilk iş camı açıp, şöyle bir kafamı dışarı uzatıyorum. Gün içinde ışık yavaş yavaş çekildikçe ara sıra gidip camın önünde durmak ve üstünkörü de olsa dışarıya bakmak bir ritüele dönüşüyor kısa sürede; ışığa uzanmaya çalışan bitkiler gibi, evin loşluğundan aydınlık tarafa doğru yavaşça hareketleniyor, etli pervaza bütün üst gövdemle abanarak dışarı sarkıyorum ve bu her seferinde eski İstanbul evlerindeki pencere önü yastıklarını hatırlatıyor; nereden nereye.

Evdeki ikinci pazar sabahı karga bokunu yemeden kalkıp camı açtıktan sonra, kahvaltılık bir şeyler almak için Blaha Lujza metro istasyonundaki fırına gittiğimde, merdivenlerden inerken önce meydana sonra metro istasyonuna adını veren ve zamanında “ulusun bülbülü” olarak nitelenen Lujza’nın kemikleri sızlıyor mudur acaba, diye düşünüyordum. Burası sabahın erken ve gecenin ilerleyen saatlerinde sarhoşların, evsizlerin ve yurt dışından dağıtmaya gelmiş gençlerin arenası hanidir. Rákóczi caddesi ile József Körút’ün birleşme noktasında duran meydan komünist dönem Budapeşte’sinin en gözde yeriymiş. Keza insanda sonsuzmuş izlenimi bırakan Rákóczi caddesi de… İntikam bir şuursuzluk ifadesidir. Bu düzeyde olanına askeriyede sık sık rastlanır. Ateş almamış bir tankı, patlamamış mayını, komutanın ayağını vuran postalı ya da rejimi eleştiren yazının yazıldığı daktiloyu cezalandırırlar. Koca bir meydanı ve şehrin en parlak caddesini otuz yıl boyunca unutuluşa terk etmek, bunları da aşan bir fenomen.

O sabah Blaha Lujza metrosunda uyuyanlar kadar, son içkilerini bitirmeye çalışanlar ve arkadaşlarını beklerken birbirine uçan tekme atarak eğlenen gençler vardı. Fazla göze batmamaya çalışarak, merdivene yakın fırından kruvasan ve pogácsa alıp caddeye döndüm. Sabah serinliğinde durup, karşıdaki New York Cafe’nin giderek yitik bir kalyonu andıran binasına baktım ama aklımda devasa lambaları sırtlamış silenosların vadettiği dünyevi nimetler vardı. Sola döndüm, yol boştu, yine de doğrudan karşıya geçmek yerine 74 numaralı troleybüs durağına kadar ilerledim. İşte o zaman gördüm banktaki kadını. Sabahın bu saatinde sokakta başka kimsecikler olmadığı için bir an bakışlarımız kesişti. Bir rakunun mor gözleriydi bunlar. O kısacık anda görebildiğim kadarıyla elinde, içinde teneke bira kutuları olan bir naylon poşet tutuyordu. Aceleyle karşıya geçip, apartman kapısının şifresini tuşladım. Ağır kapı ardımdan kapınca girişte, asırlık küf kokusu sinmiş loşlukta durdum ve bu bana çok daha eski bir apartman boşluğunu hatırlattığı için derin bir nefes alıp sakinleşmeyi bekledim. Onu görmeye başlamam tam olarak ne zaman gerçekleşmiştir, bilmek imkansız. Çünkü eve girip çıkarken, bazen günde birkaç kez, onu görmeden gelip geçtiğim zamanlar olmuş olmalı. Görmüşümdür ama bakışım üzerinde oyalanmamıştır. Tıpkı cadde boyunca gördüğüm birçok şey gibi: Çöp tenekeleri, banklar, boş bira kutuları, sidik lekeleriyle bezeli kapı eşikleri ki bu Peşte’nin merkezine sirayet etmiş durumda.

Sadece kentin turistik VII. bölgesinin değil, Dohány sokağının da açık ara en gürültülü noktası burası, çünkü bankın hemen arkasında sabaha kadar açık bir Nemzeti Dohánybolt (tekel büfesi) var ve gece insanlarını sinek gibi kendine çekiyor. Pencere açık uyumak neredeyse imkansız. Ama gün genellikle sakin. Ta ki çingene elektro gitarcı gelip 74 numaralı troleybüs durağının sağ arka çaprazında, duvar dibindeki yerini alana kadar. Elektro gitar severiz, aslında çoğu klasik parçayı da severiz ama öyle bir gürültü çıkartıyor ve öylesine tarzdan yoksun ki. Sibel “Herhalde daha önce bir orkestrada çalıyormuş” diye akıl yürütüyor. Genellikle camı kapatmak kesmiyor, dolaşmak ve bir-iki akşam birası içmek için çıkıyoruz. Kapıdan çıkarken bakıyorum, banktaki kadının gitarcıdan şikayeti yok. Hatta sanırım en derin uykularını o gürültüye borçlu. Uyumadığında ise şaşmaz biçimde, bankın sağ köşesinde oturuyor.

Bir süre sonra kadın hep oradaymış, bankın sağ köşesinden hiç ayrılmıyormuş gibi geliyor bana. Ama bir hikayeye ortasından daldığınızda böyle kafa karışılıkları kaçınılmazdır. En azından son birkaç gündür orada, biliyorum; geceyarısı gidip sabahın körü dönmüyorsa eğer. Budapeşte’de bu zamanda ender rastlanan ılık bir yaz havası da destekliyor bu fikrimi. Sıcaklık geceyarısı bile 18-19 derecelerde seyrediyor. Belki, diyorum kendi kendime bunca kıpırtısız olmasının sebebi gözlerindeki morluklardır. Belki şu anda gitmek istemediği daha korunaklı bir yeri vardır. Evsiz olmasından ya da bir bankta yaşıyor olmasından daha çok, bütün gün orada kıpırdaman durması büyülüyor beni. Halbuki çok da üzerinde durulacak bir şey değil düşününce. Küçük esnaf dediğimiz tür de gün boyu tezgahın arkasında oturup duruyor ve para alıp vermekten başka bir şey yapmıyor. Kadın da belli ki elinde tuttuğu o plastik bardakla para talep ediyor. Sonra o parayı verip bira ve sigara alıyor. Bardakta bira oluyor -kısa bir süre- ve bankın altında boş bir teneke kutu. Sonra bardak ve kadın, yeni bir bira için içine düşecek metelikleri beklemeye başlıyorlar. Hep o aynı bardak mı acaba? Yoksa iki bardağı mı var?

Hangi gün bilmiyorum artık. Bir öğleden sonra camdan baktığımda, bankın sol tarafında şişman beyaz saçlı bir adam oturuyordu. “Aa, misafiri var,” diye seslendim odaya. Adam elindeki torbaları karıştırıp, kadına bir kutu bira ikram etti. İçkilerini yudumlarken birer sigara tüttürdüler. Sonra kadının kafası önüne düştü ve sohbetin ortasında uyuklamaya başladı. İlk kez o zaman, aklıma fotoğraf çekmek geldi. Bu aynı zamanda banktaki kadına olan ilgimin daha profesyonel bir hal almaya başladığının da göstergesiydi. Çünkü fotoğraf çekme edimini, genellikle çantamdan pek ayırmadığım bir deftere notlar alma faslı izledi. Bir şeye uzun süre, çevresinden ayırarak, dikkatle bakmanın böyle yan etkileri oluyor. Bu durumda evsiz kavramı üzerine düşünürken buldum kendimi. Dolaptaki soğuk Çek biralarından birini açtım, masaya oturdum ve kimi başka notlar aldım:

Kent içindeki dolaşmalarımızda başka evsizlere de rastlıyoruz. Bazılarının sadece “yatakları” duruyor bir girintinin içinde. Adamı ya da kadını biraz ileride çöpleri karıştırıp, teneke kutuları toplarken görüyoruz. “Evsiz” daha çok postmodern çağa özgü bir niteleme. Eskiden işsiz, parasız, dilenci, serseri, ipsiz sapsız gibi sıfatlar vardı. Küreselleşmeyle birlikte, bütün bunları kapsayan tek bir sözcük üzerinde mutabık kalındı: Homeless. Ama adres meselsinden daha derin bir şey var burada. Yoksa, banktaki kadının adresi resmi olarak şöyle kayıt altına alınabilirdi. Dohany utca, VII. kerület, 74 numaralı tramvay durağının yanındaki bankın sağ köşesi. Postacı evrakları getirdiğinde onu eliyle koymuş gibi oracıkta bulurdu; üstelik evi olanlardan çok daha garantili biçimde. Çalışma saatleri birebir örtüşüyor ne de olsa. Homeless’in bence tam karşılığı, kayıt altına alınmaya değer bulunmayan kişi. İnsanın ıskartası. Oysa Saint Simon’un tüneğinde durduğu zamanlarda, banktaki kadın da rahatça azize payesiyle taçlandırılabilirdi.

Dün sabah yedi sularında baktım ve neredeyse bir haftadan sonra bank ilk kez boştu. Toparlanmış olmalı diye düşündüm. Ya da dün gece on derecenin altına düşen hava sıcaklığıydı buna sebep. Yine de evden biri eksilmiş gibi hissettim kendimi. Neyse ki çok uzun sürmedi. Kahvaltıdan sonra baktığımda mutat tahtına kurulmuştu. Sabah 11’e doğru ise bağırtısıyla sokağı inletmeye başladı. Meğer başka biri, otuzlu yaşlarının başında genç bir oğlan gelmiş ve tekel dükkanının hemen bitişiğindeki kaldırıma serdiği yeşil bir örtünün üzerine, çantasından çıkardığı kimi ıvır-zıvırı dizerek satış hazırlığına geçmiş. Vay, sen misin burada mal satmaya kalkan. Banktaki kadın delirmişti. Rakunun karşılığında, “yırtıcı bir memeli cinsi” diye yazıyordu wikipedia’da. Uzun uzun söylendi önce, daha sonra bayağı sövme faslına geçti -öyle anlıyordum- kurmalı bir oyuncak gibiydi ve zembereği boşalmadan durmayacaktı besbelli. Buna karşın tezgahını yerleştiren adam hiç tınmıyor, dönüp ondan yana bakmıyordu bile. Bu banktaki kadını daha da çileden çıkartıyordu. Hemen koşup birkaç fotoğraflarını çektim. O sırada biri polis, biri asker üniformalı, bilemedin 20-22 yaşında iki genç geldi. Kadın yere tezgah kuran adamı göstererek uzun uzun şikayetçi oldu. Ne diyor olabilirdi ki, yukarıdan nutkum tutularak izledim bu sahneyi. Zaten üniformalı tipler de söyleyecek bir şey bulamadan rahatsızca dikildiler bir süre. Sonra hiçbir şey demeden karşıya geçerek olay mahallinden uzaklaştılar. Banktaki kadın için bir evsel aidiyetten söz edilebilir mi, diye düşünüyordum hanidir. Böylece sorumun yanıtı almış oldum.

Son olarak pencereden aşağı bakmak için eğildiğimde, tam o sırada banktaki kadın da neredeyse içgüdüsel diyebileceğim bir biçimde eşzamanlı kafasını kaldırıp yukarı doğru baktı. Bu belki de benim bir vehmimden ibaretti. Yine de sonuç değişmedi. Çünkü gözetleme ediminin olmazsa olmazı, gizliliktir. Yoksa işin bütün esprisi kaçar. Büyü bozulur. Tam da öyle oldu, bir daha pencereden aşağı bakmak gelmedi içimden. Zaten bu arada, aradığımız daireyi bulup almış, dönüş hazırlıklarına başlamıştık.

Serhat Öztürk – Türkinfo

2 COMMENTS

  1. Beğendim. Apartman, cadde ve sokak tanımlama ve betimlemeleri bana Tuna çevresinde çekilmiş, işsiz, az biraz sigara tiryakisi ve az çok içen gençlerin konu edildiği bir Macar filmindeki akşını anımsattı.

    Bir de Budapeşte’te ilk geldiğinizde kaldığımız ‘Komünist Dönem Oteli’nin, otel adı Grand Hungaria Hotel mi neydi, İstasyona yakın. Peşte’nin ‘Kapu’, ‘Takoczi’ ya da ‘Thököly’ adlı geniş cadde üzerindeydi otelimiz.

    Bu geniş caddenin karşı yakadında, ip gibi dizili, iri, yüksek katlı, bakımları az, boyaları soluk apartmanları izlemiş, fotolar çekmiştik. Issıs ve kimsesiz sokaklarda dolaşırken benzer betimleneler geçmişti konuşmalarınızda…

    Bir gece otelinizden çıkmış, uzak da olsa Tuna Irmağı’nın kıyısından ilerleyip Parlamento Yapısı ve Zincirli Köprü’ye uzanan caddede yürümüştük, eksi 10’larda dolanan soğuk havada.. Köşede bir park, parkın içinde nir anıt ve köprüye doğru ilerlerken sağ kolda geniş bir cadde ve caddedin ortasında, iyi aydınlatılmış bir Kilise vardı..

    Yanımıza yaklaşan topuk seslerinden anlamıştık bizi iki kişi izliyor, ısrarla bizi erişmek istiyorlardı… Erişince Macarca bir şeyler söylediler ama anlamamıştık… Sonra ‘Twenty Euro… Twenty Euro…’ diyorlardı… Kiliseye yaklaşımca konuşmamızı anlayan ve yanımıza gelip, ‘Emrinize amadeyim’ diyen Romanyalı ayakçı ile ayaküstü, titreyerek laflanıştık.

    Adam meğer uzun süre, İstanbul, Merter’de Marangozcular Sitesi’nde bir marangozun yanında, karın tokluğuna çalışmış… “Çoğunlukla paramı ödemezlerdi. İlte o zamanlar öğrendim Türkçe’yi..” diyordu…

    “Gelin oturun, konuğum olursunuz” diye ısrar ediyordu ama bizim geceyarısı sonrası saatlerde, ilk kez geldiğimiz bu kentte birilerine güvenecek denli yüreğimiz yoktu…

    Aralarındaki muhabbeti yüksek sesle yapan bir kalabalık grup inmişti yakındaki bir yapıdan, bir eğlence yerinden. Mutlu ve sevinçliydiler, bol kahkahalı, kafaları iyi… Romanyalıya ve gruba iyi akşamlar dileyip geldiğiniz yol ile otelinize döndük…

    Okuduğum güzel yazı bana ne tatlı anılar anımsattı… Yazıyı yazana ve paylaşana teşekkür ederim.

    Saygılarımla, Erkan Kiraz, 20211017, İzmit, Kocaeli, Türkiye

  2. Bu güzel anlatımları için hem Serhat Öztürk’e hem Erkan Kiraz’a teşekkürler…
    Sanki benim başımdan geçmiş gibi gözümün önünde canlandırarak okudum…

Comments are closed.