Agota Kristof köprüsü ya da tavşan dudaklar

“İnsan dilde ikamet eder” diye yazmıştı Lacan ve eklemişti “Bunun anlamı dilin insandan önce orada olduğudur, bu apaçıktır. İnsan aynı dünyaya doğduğu gibi, dilin içine doğmakla kalmaz, ama dil yoluyla doğar. Herkesin akıl edebileceği gibi, dil olduğu için hakikat vardır”

Diyebiliriz ki içine yuvarlandığımız bu sonsuz boşluğa teselli arayışımızda, dil en büyük “güvence”lerimizden biridir. Ya o da elimizden alınırsa, dilimizi yitirirsek, dilsiz kalırsak ne olur?

Macaristan’ın en sıra dışı yazarlarından Agota Kristof’un üçlemesini okumak (Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan. Yapı Kredi Yayınları. Çeviren: Ayşe İnce Kurşunlu) bu soruya verilmiş bir yanıta bakmakla eşanlamlı olabilir.

1935’te doğmuş, 2. Dünya Savaşı yıllarında büyümüş ve Sovyet işgalinin içine düşmüş Agota Kristof. Kendisinden hayli büyük bir adamla evlenip çocuk doğurmuş ve kocasının hapse girme tehlikesi karşısında (1956 Ayaklanması’ndan sonra) 4 aylık çocuğu ve kocasıyla, yaşadıkları sınır kasabasından yaya olarak Avusturya’ya kaçmış. Elindeki iki çantada çocuk bezleri ve bir büyük sözlük varmış. Avusturya’dan İsviçre’ye göçmüşler. Arada altı aylık bir Amerika maceraları var. Agota Kristof orada kalmak istemiş ama oturma izinleri yokmuş. Bu arada kocası İsviçre’de bir burs kazanmış, kızları için bir kreş ayarlanmış; Agota Kristof’un payına da bir saat fabrikasında işçilik düşmüş. Düşman dil, diye nitelediği Fransızca yazmaya başlaması on iki yılını almış. “Önce oyunlar yazdım, çünkü daha kolaydı. Edebi bir dil değildi. Radyo içindi. Roman yazmaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum, fikir bir anda geldi. Köszeg’de (romanda Szombathely) ben ve kardeşimin savaşı nasıl yaşadığımızı yazmak istedim. Başlangıçta iki anlatıcı vardı ama Fransızcada ben ve o çok tuhaf geliyordu kulağa. Böylece biz oldu.”

Biz, yani ikiz!

Yazar ilk romanı “Büyük Defter”de (1986), savaş yıllarında anneleri tarafından kırsaldaki anneannelerinin kulübesine bırakılan ikizlerin hikayesini anlatır. Anneannenin evi karınlarını doyurabilmek için çalışmak ve görevlerini yerine getirmek zorunda oldukları yeni bir dünyadır: Pistir, acımasızdır, sevgiden eser yoktur. Nesnel bir biçimde onu incelemeye girişirler. Bu deneyler insan toplumunda var olabilmenin gerekleridir aynı zamanda: Körlük, sağırlık, açlık, işkence, hırsızlık, dilenmek, şantaj, hokkabazlık, oyunculuk, aptala yatma. Roman ikizlerden birinin sınırda, babasını tıpkı bir eşek gibi mayınlı tarlaya sürüp, onun cesedine basarak öteki dünyaya adım atmasıyla son bulur.

“Kanıt” iki yıl sonra 1988’de yayımlanır. Burada Lucas’ın -kalan kardeşin- hikayesi anlatılır. Ötekini yitirmiş bedenin hayata tutunma çabası : din, kadın, çocuk, aşk. Din yoktur, kadını öldürür, çocuk intihar eder, annesine benzeyen aşık olduğu kadın, başkasına aşık bir meczuptur.

Son roman “Üçüncü Yalan”da (1991), ikiz kardeş Claus geri dönmüştür ve onun Lucas’ı arayış hikayesi anlatılır. Burası artık itiraf sahnesidir. Bir yerde Claus şöyle der: “Gerçeği yazmak istiyorum. Ama bir an geliyor, hikaye gerçekliği yüzünden katlanılmaz oluyor, bunun üzerine hikayeyi değiştirmek zorunda kalıyorum. Kendi hikayemi anlatmak istiyorum ama yapamıyorum, cesaretim yok, hikayem çok canımı acıtıyor. Bunun üzerine her şeyi güzelleştiriyorum, olayları oldukları gibi değil, olmasını istediğim gibi aktarıyorum.”

Bu son kitapta, bütün hikayenin bir tür gerçeğe ulaşma çabası olduğunu ama ulaşılamadığını anlarız. Agota, birden çok yerde açıkça itiraf eder bunu. Son kitabın son bölümünde yazdıkları, kurmacayı sonuna kadar sürükleme çabasından başka bir şey değildir.

Yazmak gerçeği anlama/anlatma çabasıdır. Tabii, ama hangi gerçeği? Bildiğimizi varsaydığımız gerçeği, elbette. Sonra onu yazarız ve gerçeğin sadece cilasını kazıyabildiğimizi fark ederiz. Sert tırnak altta öylece durmaktadır. Onu sökmek bambaşka bir uğraştır artık. Acı’nın ve yazı’nın başka boyutu. Üstelik alttaki kanlı ete vardığınızda da, gerçeğin oracıkta sizi bekleyeceğinin hiçbir güvencesi yoktur. Gerçek, sarmaşık gibi, kök atarak ilerler. Agota yazma sürecinde bunu fark etmiştir. İlk romandan sonra ikinciyi ve üçüncü yazmak zorunda hissetmiştir kendini, çünkü başka bir şey düşünecek ve yazacak motivasyonu yoktur. Kendi gerçeğinin hiçliğine doğru yürümüştür. Bir söyleşide, gerçeğe en yakın şeyin rüyalar olduğunu onun yazıdaki karşılığının ise şiir olduğunu  söylemesi, boşuna olmasa gerekir.

Yine de yazarlığının “sihirli” bir  yanı vardır, çünkü bütün bu itiraflardan sonra bile, bizi gerçek bir hikaye anlattığına inandırır. Kitaptan kitaba ilerledikçe onun kendi kurduğu gerçeği yıktığını biliriz, yine de -belki de tam bu “yıkma” süreci sayesinde, onun “gerçek” bir hikaye anlattığını düşünürüz. Belki dili kullanış biçimi ve dille yarattığı illüzyondur buna sebep. Kısa, kesik, sert bir dildir bu. Özellikle de ilk romanda. Tıpkı uzaklardan işitilen bir ağır makineli tüfeğin kısa, kesik ve öldürücü sayıklamaları gibi. Dil konusunda bir manifesto da vardır ilk romanda:

“İyi” ve “iyi değil” için çok basit bir kuralımız var: kompozisyon “gerçek” olmalı. Olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı.

Örneğin “Anneanne bir Cadı’ya benziyor” yazmak yasak, ama “insanlar Anneanne’ye Cadı diyor” yazmak serbest.

“Küçük şehir güzel” yazmak yasak, küçük şehir bize güzel gelebilir ama bir başkası için çirkin olabilir.

Aynı ölçüde “Posta iyi” diye yazamayız, bu gerçek değil: çünkü Posta bizim bilmediğimiz kötülükler yapabilecek biri belki. Bu yüzden sadece “Posta battaniye veriyor” yazıyoruz.

“Çok ceviz yiyoruz” yazabiliriz; ama “ceviz severiz” yazamayız, çünkü sevmek kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. “Ceviz sevmek” ile “Anneannemizi sevmek” aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş bir tadı belirtir, ikincisi duyguyu.

Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.”

Ama bence onun romanları üzerine hala konuşmaya devam etmemizi sağlayan asıl tema, yazarlığı ikizlik üzerinden tartışmaya açmasıdır. Kendisinin bütün yaşamı da bir ikizlik halidir ve kestirmeden söylemek gerekirse o, yazarı Araf’ta kalmış insan olarak görür. İkinci bir dilin içinde kendini yeniden doğurmak zorunda kalmıştır. Fransız dilinde yazmasına karşın Macar yazar sayılması gerektiğini, çünkü Macaristan’ı, sadece onu anlattığını savlar. Hayatı çocukluk ve yaşlılık olarak ikiye bölünmüştür, mutluluk o yaşlardadır; arada kalan yılları elinin tersiyle iter. İkizlik Agota’nın karakteridir.

Yıllar önce Enis Batur’un “İki/z Homo Duplex” denemesinde okumuştum, ikizliği tavşan dudaklı olma haliyle, onu da köprü metaforuyla özdeşleştiriyordu. Agota’nın da aynı yoldan yürüdüğünü düşünüyorum. İlk kitabın en önemli şahsiyetlerindendir komşunun Tavşandudak kızı.

Antropolog Claude Levi Strauss “Mit ve Anlam” kitabında, “Tavşan dudakları ve ikizler, Bir Mitin Yanılsaması” başlıklı makalesinde, ikizlerin atmosferdeki düzensizliklerle ilgili oldukları dünya çapında yaygın kabul görmüş bir şeydir der ve Amerikan yerlilerinde tavşan dudağının ikizlik başlangıcı olarak kabul edildiğini söyler: “Yaban tavşanı ikiz değil, ikizliğin başlangıç safhasındadır. Hala tam bir bireydir, fakat tavşan dudağı vardır ve ikiz olma yolunu yarılamıştır.

(…) İkiz oldukları söylenen veya ikiz olduklarına inanılan çocukların, daha sonra deyim yerindeyse, onları ikiz olmaktan çıkaracak maceralara atılacaklarını söyleyebiliriz. Bu, mitolojide tanrı olarak karşımıza çıkan yaban tavşanının, yorumcuları ve antropologları meşgul eden belirsiz bir karakteri olmasının nedenini açıklar: Bazen evreni düzene koymakla yükümlü bilge bir tanrıdır, bazen talihsizliklerin önüne katıp sürüklediği gülünç bir soytarıdır.  Yaban tavşanının Algonkian Kızılderilileri tarafından iki durum -(a) insanlığa yararlı tek bir tanrı ile (b) biri iyi, diğeri kötü olan ikizler-arasında bir birey olarak tercih edilmesini açıklarsak, bu daha da iyi anlaşılabilir.  Henüz tamamen ikiye ayrılmamış, henüz ikiz olmamış iki zıt karakter, tek ve aynı kaynaşıp olduğu gibi kalabilir.”

Agota’nın kendisi tavşan dudaklıdır. Bazen bilge tanrı, bazen gülünç soytarıdır. İlk romanda anneanne “ikizler”e şu tavsiyede bulunuyordu: “Asla doğruyu söyleme. Soruları anlamıyormuşsun gibi yap. Bırak seni aptal sansınlar daha iyi.” 73 yaşındayken kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazetecinin izlenimlerini düşünüyorum bunu hatırlarken: “Söyleşi boyunca sıradan biri gibi. Daha çok anlattığı hikayenin nasıl olup da bunca yankı yarattığına şaşan biri gibi.” Diye yazmıştı onun için.

Marquez’in deyişi geliyor aklıma: “İnsanın, sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması olanaksız.”

Serhat Öztürk- Türkinfo

serhatozturkyazilari.com