Önceleri sadece Angol Király Hanı varmış. 1700’lerin başından söz ediyoruz. Király sokağının tarihini o han olmadan düşünmek imkansız, farkındayım. Dolayısıyla yazıya başlarken, sokağa Deák Ferenc Meydanı’na açılan o dar ve karanlık uçtan girmeyi denemek daha doğru olurdu. Ama gelin görün ki bu bir kişisel harita ve ben genellikle Városliget’te turladıktan sonra, uzunluğu iki buçuk kilometreyi bulan ve dur-kalklarla hesaplarsak boydan boya geçmesi iki-üç saatimi alan Király’a, Fasor sokağından girmeyi tercih ederim. İki sebepten dolayı. İlki, Felsöerdösor sokağıyla kesiştiği köşede, devasa çınar ağaçlarının gölgesindeki yeşil renkte, üzerinde Nyilvanos Illemhely (Umumi Tuvalet) yazan demirden yapılma kütle beni mıknatıs gibi kendine çeker. Avrupa kentlerinin çoğunda olduğu gibi Peşte’de de sokaktayken def-i hacet gidermek tam bir baş belasıdır. Kaldı ki benim için nostaljik bir tadı da var buranın, Berlin’den çokça aşina olduğum, kadınlar ve erkekler kısmı sırt sırta vermiş, bozuk para atarak içine girdiğiniz bu tuhaf kumbara -Müslümanlar türbe de sanabilir rahatlıkla- kentin Alman kültürüyle ne kadar içli dışlı olduğunun önemli simgelerinden biridir. İkincisi Király’ın bu bölümünün geniş ve ferah olmasıdır; tuvaletten çıkmış olmanın ferahlığıyla el ve eldiven gibi örtüşür. Aheste beste sokaktan aşağı doğru inmeye başlarım ya da belki yukarı doğru çıkıyorumdur, bu meseleler hep karışıktır. Sonuçta ip gibi dümdüz uzanan bir sokaktan söz ediyoruz, yokuşu mokuşu olmayan.
Biraz ilerledikten sonra, solda İzabella sokağına sapan köşedeki akvaryum ve balık ve evcil kuş satan renkli dükkanın hemen yanında yer alan antikacı dükkanı, önemli uğrak noktalarımdan biridir. Öğleden sonraya kaldığımda genellikle 45-50 yaşlarındaki sarışın kadın vardır dipteki masanın ardında. Ama daha erken saatlerde babası da orada olur ki, bu da mekanın cazibesini epey arttırır. Dükkan iki bölümden oluşur. Girişte madalyaların ağırlıklı olduğu bölümde vinyetler, kartlar, kitaplar, yazılı kağıtlar, haritalar, dolma kalemler vb. vardır. Yan taraftaki daha genişçe oda ise porselenlere ayrılmıştır. Selam verip; ufak bir tabureye tüneyerek ya da ayakta durarak, bu çıfıt çarşısının giriş bölümünü sistemli bir biçimde elden geçirmeye başlarım. Tozlu rafları karıştırırım, arkada kalmış olanları çıkartmak için ön taraftakileri istifleyerek boşaltırım, yerde sepetlerin içinde duran malzemelere erişmek için dar alanda top çeviririm. Dükkan sahipleri gıklarını çıkarmazlar. Hatta baba oradaysa, bir süre sonra gelip benimle birlikte kartlara bakar. Yanyana ama tek başına çıkılan bir yolculuktur bu. Ayırdığım bir İstanbul kartına bakarken bir zamanlar orada bulunmuş olduğunu anlatır işaretle. Sonra bir Paris kartında bir zamanlar orada yaşamış olduğunu ihsas eder. Bazen, herhangi bir ortak dilimiz olmadığını unutup, boş bulunarak, orada neyle uğraştığını sorarım. Yüzüme bakar, eliyle şöyle bir işaret yapar -rüzgarda savrulmuş zaman- ve bir sonraki karta geçeriz.
Dükkandan çıkınca sokağı neredeyse tam ortadan ikiye bölen ana caddeye varana kadar, kafamda kartları evirip çevirmeyi sürdürürüm. Sokak tenhadır, insan herhangi bir dış etkiye maruz kalmadan zihninin içine kapanmış yürümeyi sürdürebilir kolaylıkla. Gözün gördüğü tabelalar vardır bir tek yol boyu sıralanmış: Lidl, Penny, Real gibi ucuz marketler, her mahallede ihtiyaç duyulacak berber, kozmetik salonu, saat tamircisi, tütün ve içki dükkanı, çeşitli pizzacılar, eczane, seyahat bürosu, dönerci.
Kalap! Hem ismi hem tabelasıyla geçmişten firar etmiş bir şapkacı. Rosza utca’nın köşesinde Király’ın hala ayakta kalan en eski işletmesi, 1893’ten beri burada olduğu söylenen Király 100 Gastro Corner restaurantı ve her daim kapının önünde sigara tüttürmeye çıkmış garsonları. Son üç yıldır hiçbir zaman açık yakalayamadığım sahaf Amicus, bir zamanlar insanın gözünü ve gönlünü açan, ne zamandır boş duran ve çiçeklerden yapılmış tabelasıyla hala dikkat çekmeyi sürdüren Flower Cafe.
19. yüzyıl sonunda devrin önemli mimarları József Hild, Mihály Pollack ve Lörinc Zofahl tarafından bölgeye zarif, kentsel bir görünüm kazandırmak amacıyla tasarlanmış binaların çoğu bugün de ayakta ama çok azı eski görkemlerini yansıtıyor.
Ana caddeye yaklaştığınızı da tabelalardan anlarsınız: Döviz bürosu, Strip Tease clup, Pizza Hut, plakçı Lemezkucho, canlı müzik dinlerken dövme de yaptırabileceğiniz bir bar, Thai Massage’dan Asian Food Center’e çeşitli uzak doğu dükkanları. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki 19. yüzyıl Peşte’sinde Yahudilerin oynadığı rolü, 21. yüzyıl başından itibaren Çinliler üstlenmiş durumdalar. Tam caddeyle birleşen köşedeki Starbucks ile tartışılmaz biçimde şimdiki zamana döneriz.
Burası bir sınırdır aynı zamanda Terézváros ile Erzsébetváros’un sınırı, VI. Bölge ile VII. Bölgenin öpüştükleri noktada duruyorum. Biraz sola gidip The Fries Pub’da, soluklanmanın zamanıdır. Anonim bir yer, geniş kaldırımlara atılmış masalardan birine oturup yoldan gelip geçenleri, ya da yan masaları işgal edenleri seyrederek vakit geçirebilirsiniz. Ne de olsa her milletten insan oracıktadır, hele akşam saatlerinde. Ya da benim şimdi yapmaya hazırlandığım gibi soğuk bir biranın köpüğüne odaklanarak bir geçmiş zaman yolculuğuna çıkabilirsiniz.
1730 yılında, o zamanki adı Mayerhoff olan ve bugünkü Madach İmre meydanında yer alan, devasa bina bir hana dönüşmüş ve adına Angol Király (İngiliz Kral) denmişti. Kastedilen Tudorlardan I. Maria olmalı (1516-1558); Protestanların “Kanlı Mária” dedikleri kraliçe. Ötesi benim için meçhul! 18. Yüzyılda eski bir patikanının üzerine inşa edilen yol da, adını bu handan almıştı; yoksa herhangi bir kral (İngiliz kralı ya da kraliçesi) kupa arabasıyla buradan geçmiş ya da inip bacaklarını esnetmiş falan değildi. O zamanlar Yahudiler ile çingenelerin sur içine girişine izin verilmiyordu. Ancak 18. Yüzyılın başından itibaren Yahudilerin, sermaye sınıfının iyiliği adına olsa gerek, ulusal fuarlara katılmak üzere yılda dört kez şehre girmelerine izin verilmeye başlanmıştı. Ancak bu ayrıcalık gün ışığıyla sınırlıydı, geceyi yine dışarda geçirmek zorundaydılar. Şehir surlarının tam dışında yer alan Kral Hanı o zaman da Yahudi tüccarlara hizmet veriyordu ama esas gelişmesi 1795’de Orczy’lerin burayı satın almasından sonra yaşandı. Bu “sihirli” tarihte Habsburg İmparatoruda değişmiş ve Yahudilere kimi kolaylıklar sağlanmaya başlanmıştı. Yeni statüden yararlananlar her zaman olduğu gibi zengin birkaç Yahudi aileydi. Onlar Peşte’nin daha klas semtlerine yerleşmişlerdi ama geri kalanlar, yalnızca oturma izni olan ya da o bile olmayan diğerleri, Király sokağı çevresindeki kiralık dairelerde yaşamaya devam ediyorlardı.
Orczy Ailesi, üç avlulu, iki katlı devasa evi, derhal konaklamaya açmıştı: Kiralık daireler, dükkanlar, depolar, mahzenler… Üç cepheye bakan bina Peşte’deki en büyük bloktu. Tek bir girişi vardı ve her ne kadar mimari açıdan önemli bir eser olmasa da hacmiyle kentin simge mekanlarından biriydi. Avrupa’nın tahıl tüccarlarının çoğu buradaki Orczy Kafe’de iş tutuyorlardı. Kafenin yanı sıra binada üç içki imalathanesi ve bir kasap dükkanı da bulunuyordu. Yazılanlara bakılırsa o sıralarda binanın Orczy ailesine, saat başı 1 altın kazandırdığı söyleniyordu. 1817 yılında yapılan bir tahmine göre bu rakam çok daha yüksekti. 1820’lere gelindiğinde bina, Yahudi yaşam tarzına dair her türlü ihtiyacın karşılandığı küçük bir kasabaya dönüşmüştü. Çeşitli büyüklüklerde 48 daire, 142 oda ve 300 sakini vardı. Çok sayıda dükkan, depo, bir koşar kasap, hamam, restoranlar, kafeler, hatta bir mezar taşı atölyesi.
1856 yılına kadar ham deri pazarının kurulduğu yerdi burası aynı zamanda, ancak 1838 selinden sonra bölgede nüfusun yoğunlaşmaya başlamasıyla, insanların sağlığını tehlikeye attığı için sonunda şehir dışına çıkartılmıştı. 1870’lerin başında binlerce Yahudi göçmen bölgeye akın etmiş ve bunlar o güne dek sokakta görülmemiş bambaşka bir atmosfer yaratmışlardı: bölgenin nüfusu küçük bir kasabaya eşdeğer olan 7500 rakamına ulaşmıştı.
Király sokağının cazibesi, iki ya da üç katlı romantik ya da eklektik tarzdaki apartman bloklarından kaynaklanmıyordu. Orada herkesi çeken şey sokağın benzersiz doğulu atmosferiydi. 1868 yılında yayın hayatına başlayan ve şehirli üst sınıfa seslenen tabloid gazete Borsszem Jankó’da yayımlanan bir çizgi bantta, paraları yetmediği için Kudüs’e gidemeyen Ortodoks Yahudiler, bunun yerine Király sokağında bir yürüyüşe çıkıyorlardı. Sokağın her iki tarafı da küçük dükkanlar, atölyeler ve fabrikalarla kaplıydı. Elet (Hayat) dergisine göre, Király kendine özgü gürültülü atmosferini 20. Yüzyıl başlarında bile koruyordu. “Her santimetrekaresi aceleci, telaşlı insanlarla dolu; dar yol, ağır arabalar ve lüks motorlu taşıtlarla kaplı. Tüccar kapısının eşiğinde avını bekliyor. Hava balık, peynir ve çürümüş meyve kokusuyla dolu. Pazarlık yapanlar arasında bağırarak verilen sözler ve talepler uçuşuyor. Bütün sokak hiç uyumayan büyük bir çarşı. Evler de dışarısı kadar kalabalık. Burada, Budapeşte’nin başka hiçbir yerinde olmadığı kadar çok insan, bodrum katlarında yaşıyor.”
Kentteki ilk iki Yahudi ibadethanesi burada kurulmuştu. Király’nin gece yaşantısı da son derece hareketliydi. Yazar József Kiss’in, Rudolf Szentesi takma adıyla yazdığı “Budapeşte’nin Gizemleri” romanı Király sokağında geçiyordu. O yıllarda en popüler müzik salonları da buradaydı; Málcsi Berger’in mahzeni Kör Kuzgun, Kırmızı Kedi, Kara Kedi ve hepsinden daha popüler olan, güncel şarkıları ve hafif meşrep kadınlarıyla ünlü Mavi Kedi. Bu sonuncusu Galler Prensi tarafından bile ziyaret edilmişti ve lider konumunu ancak yüzyılın sonunda daha sofistike gece kulüplerine kaptırmıştı.
19. yüzyılın son çeyreği Király sokağının en görkemli dönemiydi ve hep olduğu gibi düşüş de tam o noktada başlamıştı. 1872 yılında biraz ilerde, hemen ona paralel Andrássy bulvarı açılmıştı. Kısa sürede anlaşılmıştı ki Király sokağının, Andrássy’nin Parizyen şıklığıyla rekabet etmesi imkansızdı. 1885 yılına gelindiğinde yeni caddenin iki yanına inşa edilen lüks apartman blokları ve özel evler, Terézváros’u şehrin en keskin zıtlıklara sahip bölgesi haline getirmişti. Andrássy bulvarının çevresi, toprak sahibi ve sonradan görme ailelerin oturduğu mükemmel lüks konutlara sahipken ve Opera binası çevresi şampanya servis edilen kafelerle doluyken, bölgenin geri kalanı yoksul aileleri barındıran (satıcılar, bakkallar, seyyar satıcılar, tüccarlar, zanaatkarlar, fabrika işçileri, ufak tefek işlerde çalışanlar, hamallar, terziler ve çamaşırcı kadınlar) sıkışık küçük daireler ve batakhaneye dönüşmüş kabarelerle doluydu.
20. Yüzyıl Király açısından bir dekadanstı. Bölgenin alamet-i farikası Orczy Evi 1936 yılında yıkıldı. Onun yerini Madách Meydanı’ndaki konut ve ofis binaları işgal etti. Tahmin edilebileceği gibi sokağın farklı zamanlarda farklı isimleri oldu, 1804’ten sonra König gasse adıyla biliniyordu, 1860’lardan sonra bir bölümü Lövölde ismini almıştı. 1951 ile 1990 arasında 40 yıl boyunca Mayakovski sokağıydı. Ama kentlilerin belleğinde burası hep Király sokağı olarak kaldı.
Kalkıp yolun karşısına geçiyor ve Király’ın ikinci bölümünü adımlamaya başlıyorum. Bu noktadan sonra sokağın görünümü değişmeye başlıyor. Király tıpkı bir huni ağzı gibi giderek daralıyor, daralıyor ve tuhaf biçimde daraldıkça değer kazanmaya başlıyor. Sihirli kelime turizm elbette.
Dizayn dükkanlar sahne alıyor, emlakçılar, kapalı otoparklar, telefoncular, döviz büroları,“souvenire” dükkanları, oteller, lüks restoranlar, kafeler, bistrolar.
Ama daha oraya varmadan, biranın yarattığı mide asidini yatıştırmak için Palotai pizzacısında soluklanıyorum. Buraya her meşrepten insan girer. Birkaç ufak sehpası vardır içerde, orada bir takım kızlar pizzalarını seyredip telefonlarıyla oynaya dursunlar, buranın asıl müşterileri daima ayaküstü atıştıranlar ya da alıp yolda yiyenlerden oluşur. Şahane dilim pizzalar satar Palotai hem de bulabileceğiniz en ucuz fiyata. İçeride ayaküstü pizza yerken daima bazı insan hikayeleri biriktirirsiniz. Caddenin bundan sonrası bir ses kakafonisidir aynı zamanda. Sayısız hostele girip çıkan her milletten gencin artları sıra sürükledikleri tekerlekli bavulların kulak tırmalayan gürültüsü ile elektrikli kaykayların yarattığı vertigo at başı gider.
Bütün bu yükselen metrekare fiyatı içinde bile hala boş duran dükkan ve tadilata girmiş bina sayısı şaşırtıcı derecede çoktur. Ama sanırım bu bir Peşte gerçeğidir. Rusya hegemonyasında geçen uzun yıllarından sonra, nihayet AB üyesi olmasıyla birlikte gelen fonlarla, kentte bir tadilat çağının başladığını söylemek yanlış olmaz.
Ana cadeye çok az kala, sokak son bir kez daha daralır ve Király sizi şaşırtmaya devam eder. Devasa Barcelona otelinin dibine sığınmış Turan Török Eteterem (Turan Türk Lokantası) tabelasıyla karşılaşırsınız; dileyen bunu iler tutar yeri olmayan bir büyüklenme ülküsünün hazin hikayesi olarak da okuyabilir.
Deák Ferenc’e çıkmadan önce sağ köşede Atlantisz kitapçısı vardır. Yüksek tavanları, eski ahşap doğramalarıyla şahane bir sahaf izlenimi uyandırır insanda dıştan bakınca. Yazık ki içinde sadece yeni ve çoğunlukla prestij kitaplar satılır. Gerçek bir in arıyorsanız, benim gibi Ashbot sokağında yer alan Atticus’tan içeri girmeniz gerekir. Loş, tavana kadar kitaplarla dolu bir kovuk, arkada girilmesi yasak bir bölümde daima çalışan bir kadın vardır, bir de fazla bir şey vaat etmeyen bir üst kat. Ama alt katta karıştıracağınız şeyler öyle çok, çeşitli ve sınırsızdır ki… Buranın tek kusuru, yabancı kitapların depoda olmasıdır. Ancak kitap ismi, yazar adı ve yayın tarihiyle başvurursanız, bilgisayardan kontrol edip, varsa sizin için temin ederler. Ama bütün bunlar tali şeyler sonuçta. Ben saatlerdir maruz kaldığım dış dünyadan kaçmak için sığınırım buraya. Kitaplar ve kağıtlar benim için rahim mekanlardır.
Serhat Öztürk