Türkinfo mart ve nisan aylarında Budapeşte’de film gösterimlerine başlayacaktı ve bunun için seçilen filmlerden biri de 1974 doğumlu Macar yönetmen György Pálfi’nin, 2002 yılında 28 yaşındayken çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Hukkle”dı (Hıçkırık). Film, küçük ama endüstriyel nimetlerle tanışmış bir kasabadaki insanların yaşantısı üzerinden, insan-doğa ilişkisini sorguluyordu.
Sonra pandemi geldi, film gösterimleri belirsiz bir zamana ertelendi. Hayatın gündelik akışı sekteye uğradı. Sadece “Hukkle” yazısı değil, planladığımız bir çok şey belirsiz bir geleceğe ertelendi. Durmuş bekliyorduk. Neyi? Alıştığımız hayatımıza devam etmeyi herhalde.
Ölümcül bir hastalıkla karşılaşan bireylerin ilk tepkileri de böyle olur genellikle. Bu da nereden çıktı şimdi, diye düşünürler. Şimdi olması ne kadar anlamsız! Daha yapmayı planladığım şeyler vardı!
Pandemiye gösterilen toplumsal reaksiyonun da çok farklı olduğu söylenemez. Belki de tek farkı ön alan insanların sağda solda konuşarak-yazarak, bizim kendi başımıza, belki çok daha sonra kabulleneceğimiz gerçeği papağan gibi tekrarlamaları: hiçbirşeyeskisigibiolmayacak!
Ah keşke, bir de bu şaşırtıcı öngörüyle ne yapacağımızı bilebilseydik! Nüfusu mu azaltmamız gerekiyor? Öyleyse belki de pandemi o kadar da kötü bir şey değildir! Yoksa gelir dağılımını, pastadan alınan payı düzeltip, Asya’da doğum kontrolüne geçip, Afrika kıtasını ortadan kaldırarak mı ilerlemeliyiz? Bu işlere karar verecek bir bilim adamları konseyi mi kurulacak? Şirket temsilcileri mi olacak içinde yoksa her ulus kendi delegelerini mi gönderecek? Belki de hiçbirşeyeskisigibiolmayacak’tan murad, işlerin kendiliğinden başka bir noktaya evrileceği, insanlığın bir aydınlanma yaşayacağı öngörüsüdür. Eğer buysa, Hukkle’ın bize anımsattıklarına daha yakından bakmayı deneyebiliriz. En azından spor olarak.
Kayalıklar içinde hareket eden ve en sonunda kafasını çıkartarak henüz uyanmakta olan kasabaya bakan bir yılanın devinimiyle açılır Pálfi’nin filmi. O zaman biz de oradan başlayalım. İnsanlık tarihinin kadim simgelerindendir yılan. Eski Yunan’ı merkez alan Ege coğrafyasında evin koruyucusu olduğu düşünülür. Çocukluğumuzun İstanbul’unda zamana direnen kimi bahçeli evlerin de yılanları ve dokunulmazlıkları olurdu. Ama çok daha geniş bir coğrafyada, bütün insanlık tarafından benimsenen bir başka özelliği daha vardır yılanın, deri değiştirdiği için, ölüp dirilmeyi temsil eder. Hades’e açılan kapının anahtarıdır. Tıpkı kışın ölüp baharda dirilen doğanın kendisi gibi. Büyüyle, mitolojiyle, dinle ilgili bir şeydir.
Yaşlı bir adam, yüzü harita gibi olmuş yaşlı bir adam çelik bir güğüme süt boşaltır elindeki kovadan, elinde güğümle birlikte kulübesinden çıkar ve kasabanın anayolu üzerindeki evinin önündeki banka oturarak, hıçkırık tutmuş bir halde, yeni günü seyreder mutlulukla: Hıçk!
Rilke’nin şiirindeki adamdır o:
“Kayıp giderken o an, dokununca bana
parlak madeni bir vuruşla:
Titrer duyularım. Duyumsarım: Muktedirim-
tüm boyutlarıyla günü yakalamaya
Tamamlanmaz hiçbir şey ben bakmadan,
durur tüm oluşumlar kıpırdamadan.”
Karıncalar, bir ördek, böcekler, sırtını kaşıyan bir kedi görürüz sonrasında, birkaç keçi geçer yoldan, bisikletiyle bir kadın ilerlerler ters yönde, tekerleğin plastik lastiği yakın planda yılanın devinimini anımsatır. Bir çingene, araba tekerlekleri taktığı at arabasıyla geçer. Arkada samanların arasında çelik güğümler ve bir su motoru parıldamaktadır. Kasabadan çıkıp düzenli bir koruluğun içinde durur araba. Adam güğümleri indirip, pompayı çalıştırır ve kuyudan su doldurmaya başlar. Filtreli sigarasını yakar çakmağıyla, ilerde yünleri kırkılacak ve günü geldiğinde kafaları kesilecek koyun sürüsü durmaktadır. Bir çoban kız, sırtını ağaca yaslamış walkman’inden müzik dinlemektedir. Kulaklığın kordonuna bir uğur böceği konar ve kordondan yukarı doğru tırmanır.
Kız eline alır onu ve parmaklarının ucunda dolaşmasını izler. Kamera ormanın içinde başıboş ilerleyen at arabasını izler bir süre ve sonra karanlığın içinde ilerleyerek hızla boy atan bitkilerin arasından yeryüzüne döner. Yaşlı bir kadın gelir ve koparır bitkinin çiçeklerini. Bir leylek ve bir tavşan tedirginlikle izlerler kadının devinimlerini. Kamera havadan, her tarafı ekilmiş, yolları düzenlenmiş muntazam kasabanın üzerinde gezinir. Leylek de oradan izlemektedir.
Söz yoktur filmde. Sözün söyleyebileceği bir şey de yoktur belli ki. Film ilerledikçe daha net anlarız bunu. İlk bakışta öyle görünse de doğayla barışık bir yer değildir burası. Makinalar aracılığıyla araçsallaştırılmış ya da insanlığın kadim arzusunu dile getirecek şekilde söylersek, “boyun eğdirilmiş” bir doğadır söz konusu olan. O kendisi adına sözcüklerle konuşamaz, insanlar da -her ne kadar sık sık buna niyetlenseler de- onun adına söz alacak konumda değillerdir aslında. Zaten hıçkırık da biteviye sürüp durmaktadır.
Hukkle, olağanüstü güzellikte geçişlerle yalın gerçeğimize odaklanıyor. İnsanlık, dünyanın geri kalanına karşı örgütlenmiş bir topluluk besbelli. Doğa içindeki bu minik kasaba bile onun işaretlerinden geçilmiyor: Dikiş makinalarının otomasyonu, ağır iş makinalarının kapattığı yol, geceyarısı kalkıp kuluçka makinesinden civciv çıkartan kadın…
Filmin sonlarına doğru bütün kasaba sallanmaya başlar: güğümler titreşir, sütler dökülür, hayvanlar korkuyla kaçışırlar. Bir doğa olayı olmalı bu diye düşünür insan ister istemez. Besbelli deprem oluyor, der kendi kendine. Ama bütün o sallantının sebebi; ağır çekimde, neredeyse zamanı durdurarak derenin üzerinden uçup, köprünün altından geçerek uzaklaşan jet uçağıdır.
İnsanın doğayla mücadelesi çok eski bir fenomen. Tarım alanları açmak, yerleşik hayata geçmek, kasabalar, şehirler kurmak… Bütün bunlar olurken hep aynı insandan ve aynı ilişki biçiminden söz edemeyiz. En azından binlerce yıl boyunca insanlar doğumla ölüm arasında, yemek, cinsellik, oyun, düğün, yavrulama vs. gibi temel paradigmalar üzerine kurulu oldukça basit bir hayatı olduğunun farkındaydı. Ya da öyle olduğunu umalım. Peki tam olarak ne zaman bozuldu denge? Bir tahminde bulun deseler çoğu gibi ben de Sanayi Devrimi’ne doğru sallarım zarları. Ama içten içe biliyorum ki neredeyse koca bir 20. yüzyıl boyunca “makinalaşmak istiyorum” diye bağıran büyük insanlık, sadece bir sonuç. Buzdağının görünen yüzü o.
George Thompson “Tarih Öncesi Ege” kitabında “Büyü bir yanılsamadır (mimesis) – bir prova ya da kendini inandırmadır” diye yazmıştı. İnsan bir kendini inandırma ustasıdır. Belki de ayırt edici özelliğimiz gülmemiz, düşünmemiz, ölüm bilincine sahip olmamız vb.’den çok, kendimizi bir yanılsamaya inandırmak konusundaki eşsiz hevesimizdir.
Bana öyle geliyor ki 21. yüzyılda bu yanılsamanın fevkinde vardık. Her şeyin insana tabi kılındığı bir krallık kurduk: endüstriyel tarım, hayvan çiftlikleri, genetiğiyle oynanmış canlılar… Doğa içinde bir ikinci doğa yaratmanın yanılsaması (büyüsü) içindeyiz. Ah! Bir de bir de şu lanet hıçkırık kesilse, bütün sorunlarımızın biteceğine inanıyoruz.
Sizin de başınıza gelmiştir, hıçkırığa tutulan insan, kültürel olarak öğrenilmiş belirli hareketleri tekrarlar; nefesini tutmak, biri tarafından korkutulmayı ummak gibi. Ölümcül devinimlerdir bunlar. Yine de çaresi bulunmadığında ve hıçkırık sürmeye devam ettiğinde kendini lanetlenmiş gibi hisseder. Öte yandan herkesin başına gelebilecek, büyütülmemesi gereken bir lanettir bu. Çünkü o sırada yanındaki insanlar, onun lanetini gereksiz tavsiyeler, kahkahalar ve acıma nidalarıyla komikleştirmektedirler. Lanetlenmiş ve çaresiz olma halidir, hıçkırığa tutulmak ve öylesine önemsiz bir şeydir ki, insan dönüp de şöyle ağız tadıyla kendine acıyamaz bile.
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com