Korona gölgesinde İstanbul kazan Suna kepçe

Sabah altıda martıların çığlıkları ile uyandım. Penceremden gözüken maviliğe baktım. Güne gökyüzünü görerek başladığım için kendimi şanslı saydım.

Sokak kapısı gürültüyle ardımdan kapanırken denizin kokusu burnuma geldi. Dilimi uzatarak yanağımı yaladım. Cildim yüzümü yıkamama rağmen hala tuzlu. Deniz tuzu. Üstüme sinmiş. Keyiflendim.

Ayaklarıma dolanan kediyle birlikte kıyıya indim. Soluma Marmara’da seyir halindeki şehir hatları vapurunu alarak ve selatin camilerini seyre dalarak Kadıköy’e kadar yürüdüm.

Çarşıdaki fırından yeni çıkan simitlerden, bakkaldan da Karper satın aldım. Peşte’de Karper yerine üçgen Mackó peynirleri var. Simit de var ama ulaşması bu kadar kolay değil. Türk marketine gideceksin de… Kafam Peşte-Kadıköy kahvaltı karşılaştırmalarıyla, ağzım simitle doluyken bulduğum ilk banka çömdüm. Kahvaltıyı oracıkta gömdüm, bir yandan da sosyal medya eşeledim. Icacığım… Canım arkadaşım bir fotoğraf paylaşmış; THY uçağının kuyruğu! Yoksa İstanbul’da mı? Mesaj atmaya davranacakken fark ettim ki geçen seneki İstanbul seyahatinden bir anı. Ica İstanbul’u özlemiş, belli. Ben de Ica’yı özledim. Eszter’i , Nora’yı, Erika’yı da… Mariacığım, Editciğim, Katiciğim, canım arkadaşlarım. Ben İstanbul’u sizin ayağınıza getiririm, yeter ki siz isteyin!

Kafamda yeni bir fikir oluştu. Zaten tüm cinlikler aklıma ya yerken,  ya  yürürken geliyor ya da… Bu son yazdığım lüzumsuz oldu. Ama silmek yok. Bir çeşit günah sayıyorum. Ne yazdıysam öyle kalacak. Devam.

İstanbul’u özlediğini tahmin ettiğim arkadaşlarıma mesaj attım: “ Istanbul’dayım. Sizin yerinize İstanbul’da ne yapayım? Yeni yazı konum bu.” 

Gelen cevaplardan bir liste oluşturdum. Arkadaşlarımın yerine İstanbul’da dolaştım, yedim, içtim, notlarımı aldım. Listedeki bir numaralı istek  turkinfo gönüllüsü  Éva’dan.

 “Kadıköy’de benim yerime Mural gör!

“Kadıköy”-bana yakın. “Gör” diyor- kolay, sadece bakacağım. İyi de “Mural” ne?

İngilizce bir kelime. Duvar anlamına geliyor-muş. Bir sanat türü. Sokak sanatı, duvar resmi…  Kadıköy Belediye’sinin desteği ile 2018 yılında 7.  Mural –İstanbul sanat etkinliği düzenlenmiş. Yurtdışından davet edilen Mural sanatçıları hem misafirimiz olmuş hem de Kadıköy’ün sokaklarını eserleri ile bezemişler.

Utanç içindeyim, bilmiyordum. Derinlerde bir yerden hatırlıyor gibiyim aslında. Duymuştum sanırım. Belki utancımı örtmek için ‘duymuşum’ gibi geliyordur. Belki de duymamışımdır. Sordum google’a, yazdı işte. Daha ne? Cehaletim hooop gitti. Uzatmayayım ve “katkılarından ötürü Éva ile google’a teşekkürü bir borç bilirim” diyerek içsel yuvarlanmacalarıma son vereyim.

Bizim ora yani Kadıköy ve dahi Yel değirmeni adeta duvar resimleri ile süslü bir açık hava müzesi. Ara sokaklarda en umulmadık yerde karşınıza çıkıveriyorlar. Her yerdeler. Açık alanlarda, kapalı mekanlarda, duvarda, tavanda, kilisede, cephesi dökük bir apartmanda… Bir çeşit “modern fresk” bu duvar resimleri.

Bir tanesini seçiyorum: Bizim sokağın yukarısındaki taksi durağının yanındaki lisenin duvarındaki – anca bu kadar biçimsiz tarif edilebilirdi- düzgün tarifi-  Moda Caddesi’nde Kadıköy Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi (Kız Meslek Lisesi)  duvarındaki resim. Graffiti sanatçısı Highero ve arkadaşları tarafından 2016 yılında yapılmış.  Resimde Malala’nın “Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap ve bir kalem dünyayı değiştirebilir” sözü de yer alıyor. Malala Yousafzai ‘nin bu portre duvar resmini Eva için görüntülüyorum.

Malala, Nobel Barış ödüllü, Pakistanlı bir aktivist. 1997 doğumlu. Z kuşağından.  İki binli yıllarda Taliban’ın gelmesiyle birlikte hayatı değişmiş. Tek başına sokağa çıkamaz olmuş. Eğitim alması engellenince karar vermiş. Kız çocuklarının eğitim hakkı uğruna mücadeleye başladığında henüz on iki yaşındaymış.  Malala’nın dünyaca tanınması ise New York Times’ın hakkında hazırladığı belgeselle. On beşinde Taliban tarafından başından ve boynundan vurulduğunu hatırlıyorum, ağlamıştım. Malalacık mucize eseri hayatta kaldı. Bu olaydan sonra Pakistan’da milyonlar sokağa döküldü, eğitim yasası değişti vs. Ne varsa gençlerde var. Dünyayı ve Türkiye’yi Z kuşağı değiştirecek, inanıyorum.   12 Temmuz Malala’nın doğum günü. Birleşmiş Milletler “Malala Günü” ilan etmişti oradan biliyorum. Happy birthday Malala! Çok yaşa Z kuşağı! Sevgiler Éva!

Sıradaki…

“Maria’nın evcil lahmacunu”

Maria’nın Peşte’deki evlerinin sofrasından misafir eksik olmaz. En, en ama en leziz Türk yemeklerini bizim Maria yapar. Şöyle yazmış:

Benim için bir yerde lahmacun veya gözleme ye, ama yapılışını da gözleyerek”.

“Başım gözüm üstüne”- Szívesen, Mariacığım!

Kadıköy Serasker caddesi, Borsam Taş Fırın’dayım. Tam Maria’nın istediği gibi. Lahmacunlar gözümün önünde yapılıyor. Üç tane usta yan yana. Biri hamura harcını koyuyor, diğeri fırına atıyor.  Bu ikisinin maskeleri çenelerinde, ağızları burunları açıkta.  Öbürü önlemlere uymuş zaten, maskesi eldiveni tam. Fırından çıkan sıcak lahmacunu servis tahtasına koyup veriyor.  Fırında pişince Corona kalmaz, eh ikna oldum, yiyeceğim.

“Ustam” diye giriyorum söze; “ bir lahmacun, bir ayran. Bir de tarif istiyorum, Macar bir arkadaşım için”

Usta bütün ciddiyeti ile malzemeyi saymaya başlıyor:

“Bir kilo kıyma. İki yüz elli gramı  kuyruk yağı olacak. Bir kilo kıymaya bir buçuk kilo soğan. Üç yüz gram maydanoz”.

( Maria pek anlamam ama tarif pek güvenilir değil gibi, gramla maydanoz, allahalahh-  istenem istenem)

“…bir buçuk kilo domates, yüz gram salça, domatesin kırmızısından dolayı gerekmeyebilir. İki yüz gram tuz

(Mari, kesin yapma bu tarifi, sallıyor!)

  • Ustam  ‘iki yüz gram tuzdan’ emin miyiz?

İtirazım neticesinde tuz ölçüsü bir yemek kaşığına indi ve devamında gramdan kaşık ölçüsüne hızlıca geçiş yaptı:  

“Yarım kaşık tatlı biber, yarım kaşık pul biber, bir çay kaşığı karabiber. Seviyorsan bir kaşık kimyon katabilirsin. Hamuru mayasız. Biraz tuz, on lahmacuna yarım kaşık. Hamur hafif sert olacak. Bir lahmacun yetmiş gram. Çapı yirmi yedi santim. Nerde yapacaksın bu lahmacunu?”

  • Mutfakta. Ben değil. Arkadaşım Maria yapacak.

Evcil lahmacunsa kuyruk yağı yerine zeytinyağı veya ay çiçek yağı da olur

Evcil lahmacun? Ustaya soracağıma ‘Canım Google’a sorarım. Varmış öyle bir şey.

Evcil lahmacun: Harcını lahmacun siparişi verenin kendi imkânlarıyla hazırladığı lahmacun şekli. Hazırlanan harcın lahmacuna çevrilmesi için fırına  işçilik ve hamur ücreti ödenir. Lahmacuncu dilinde; harç senden, hamur bizden olayı.

Mariacığım, tarifi tutturamamışsak da, lahmacun lezzetliydi. Benden bu kadar. Harç bitti, yapı paydos.

Lahmacun alemine nokta.

“Judit’in şerefine!”

Listemizi çıkarıp bakalım, bir sonraki istek neymiş?

Sevgili arkadaşım Judit, onun için Kadıköy’de herhangi bir yerde şarap içmemi istiyor. Âlâ!

Çiğköfte ile viski olduysa, lahmacun üzeri roze de olur!

Judit için Kadıköy Caferağa’daki Viktor Levi Şarap Evi’ne gideceğim. Bahçesi bu sıcakta tam bir vahadır.

Tarihi köşkün girişinde ateşim ölçülüyor. Korona belirtisi göstermememe rağmen her defasında heyecanlanıyorum. Kabul edildiğim için seviniyorum. Masalarda dezenfektan var. Kâğıt peçeteler naylonla kaplı. Siperlikli bir garson siparişimi alıyor.  Roze istiyorum. Kehribar rengi şarabım çok şık bir kadehte geliyor. Çantamdan fırın kabı tutmak için kullandığım mutfak eldivenini çıkartıyorum. Fırın eldiveninin içinden de büyük boy bardağımı. Kehribar rengi şarabı kadehten bardağıma boşaltırken garsonun şaşkın bakışları ile karşılaşıyorum. Sanki kendi görünümü çok normalmiş gibi! O, kendi siperlikli haline baksın! Hiç utanmıyorum. Benim de kendime göre önlemlerim var. Maskem, eldivenim, dezenfektanım, bardağım hep yanımda. Roze, koca bardağın dibinde azıcık kalıyor. Şarap demeye bin şahit ister. Sanki viski. Astronotumsu garsondan bir soda istiyorum. Macarlar soda eklenmiş şarabı pek severler. Sıcak havalarda serinletici özelliği nedeniyle bol bol fröç içerler. Şarabımı fröç’e dönüştürüveriyorum. Judit’in itirazı olmaz umarım.

“Kati’nin boğası”

Akşamın alacasıyla ortalık serinledi. Eve dönüş yolunu biraz uzatmakta beis yok. Bugünü Katiciğimin isteği ile bitireyim. Macaristan’daki ilk arkadaşım, 1986 yılından beri. Dile kolay, otuz dört yıl olmuş. Arkadaştan öte, kardeşim. Boğayı görmek istemiş.

“Dövüşen boğa heykeli” Sultan Abdülaziz’in yirmi dört parçalık hayvan heykelleri koleksiyonundan bir parça. Bence adı “Dövüşen Boğa” değil “Dolaşan Boğa Heykeli” olmalıymış. Zira; yıllarca oradan oraya  taşınıp durmuş. Beylerbeyi, Çırağan, Dolmabahçe, Yıldız Saraylarının bahçesine, Bilezikçi çiftliğine, Spor ve Sergi’ye, Kadıköy şehr-emanet binası önüne ve nihayet Altıyol’a… Şimdi semtin adı ile müsemma altı yolun birleştiği küçük meydanda duruyor. Kaidesinde yazılı bilgilere göre; 1864’de, Fransız heykeltraş Isidore jules Bonheur tarafından yapılmış.

Boğa Kadıköylülerce o kadar benimsenmiştir ki, adeta bronzdan bir kişiliktir. Yol tarifleri “boğadan ..” diyerek başlar. Örneğin; alışveriş caddesi ve yaya bölgesi olan Bahariye  “boğadan yukarı çıkınca”dır. Nadide boğamız hepimizin buluşma noktasıdır. “Kahrolsun!” diye nümayiş yapan tiz sesli kızlar, tek tip renkli önlükler giymiş bıyıklı genç oğlanlar, protestocular hep oradadır. Fotoğraf çekeni boldur, boğanın orasını burasını elleyeni de. Giydirirler, süslerler, boynuzuna alış veriş torbalarını bile asarlar.  Ben de gideyim, boğamızı yerinde göreyim, üstüne çıkıp Kati için türkü söyleyeyim:  “ Estergon kalası bre dilber aman, su başı duraaak aman!” Çünkü; Katiciğim Estergonlu. Çünkü; sarhoş olmuş olabilirim. Fröç’ün ikincisini içmeyecektim.

Not: Sevgili Kati, senin için önden, yandan, arkadan bir dolu karanlık ve flu boğa fotoğrafı çekmişim. En net olanı bu. Kusura bakma.

Arada uyudum uyandım.

Nerde kalmışım?

“Canım Sunam, lütfen  bir gemiye bin ve köprü altından yavaşça geçerken çayını yudumla ve benim için derin derin nefes al! Sevgiler Eszter”

Eszter, Katona József tiyatrosu oyuncusu, bir sanatçı, ömrüme ömür, gönlüme güzellik katan arkadaşlarımdan;

Canım Eszterim, senin için vapura binerim tabii.

“Eszter, Ica, Ági, Tarık  için”

Çeşitli memleketlerde mahsur kalarak ve çeşitli şehirlerde o karantina senin bu karantina benim dolaşarak gelebildiğim İstanbul’da, dört ay sonraki ilk toplu taşıma deneyimim.

Para alışverişi yok. Akbili basıp gişelerden geçiyorum. Hiçbir yere değmeden vapura biniyor, güvertede ayakta duruyorum. Köpüklü dalgalara, maviliklere bakıyorum. Uzaktan Kız kulesi görünüyor. Türkinfo’da birlikte çalıştığım arkadaşım Ica, “Kız Kulesi benim sevgili yerim” diye yazmış. Eszter’in dileğinin içine Ica’nınki yerleşiveriyor. Gözlerim Ica’nın gözleri oluyor Kız Kulesi’ne bakarken.

Çaycı kağıt bardaklarda çay servisine başladı.

Eszter gibi pek çok arkadaşım aynı mütevazı istekte bulunmuş.

-Agi (yemek yazarımız) : “Boğaz’ın yanında bir çay iç ”

– Tarık (Turkinfo vakfı başkanı): “Boğaz manzaralı bir kahvede çay iç”.

O halde… Peşte’den Eszter, Agi, dokuzuncu bölgeden Tarık ile Hale, Jale ve bütün mahalle için sesleniyorum:

  • Bir çay lütfen!

“Aniko’nun en sevdiği yer”

Gemi Beşiktaş iskelesine yanaştığında yolcular sosyal mesafelerini koruyarak sıra sıra inmeye başladılar. Ben en son inendim. Sırada “ Aniko’nun yerine Ortaköy’e gitmek” var.

Şehzadeler ve Çırağan Sarayının hizmetkarları için yapılmış Feriye Saraylarını (ikinci derece saraylar), Kabataş ve Galatasaray Lisesi’ni, Ortaköy karakolunu, Hanım Sultan yalılarını ardım sıra bırakıp kumpircilerin sokağına geldiğimde hayli yorulmuştum. Hayretim yorgunluğuma galebe çaldı. Ortalıkta ne bir insan ne bir kumpirci. Dere yatağı olan yol çökmüş, sokak kazı halinde.

Mecburen ara sokaklara daldım.  Rum Ortodoks kilisesini, Ermeni (Gregoryan) kilisesini, Etz ha-Hayim sinagogunu geçerek Aniko’nun “benim en sevdiğim yer” dediği Ortaköy camiine vardım. Orijinal adıyla Büyük Mecidiye Camii, Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış. O dönemdeki modernleşmenin ürünü. Caminin mimarları Balyan ailesinden. Hatta sırf bu “modern” mimarisi nedeniyle camiin cemaatsiz kaldığı, gavur işi camiye ahalinin uzun süre ısınamadığı rivayet edilir. Bin sekizyüzlü yıllardaki çoğu yapı gibi borç parayla yaptırılmış. Pek öyle ahım şahım bir yapı sayılmazsa da konumu muhteşem. Tam denizin kıyısında, Boğaz Köprüsünün ayağında . Cami ile Ortaköy iskelesi arasındaki kısım ise Ortaköy meydanı.

Bir ağaç altına iliştim ve meydandaki kuşları, istavrit dolu oltasını sevinçle çeken balıkçıyı, usul usul geçerek kız kulesini görüntüden silen tankeri,  ardından gelmekte olan Odiseus’un ağır yükünün yarattığı koca dalganın kıyıya kadar ulaşmasını, geminin dalgasıyla ıslanan köpeği ve o sabah Ortaköy’de dinginlik ritminde akan her ne varsa hepsini  seyre koyuldum. Anikó için.

Sunahan Develioğlu – Türkinfo