Budapeşte’nin en gösterişli caddesi Andrássy’de, diğerlerine uymayan karanlık bir bina hemen göze çarpar. Burası Terör Evi’dir (Teror Háza). 20. yüzyılda faşist ve komünist diktatörlükler döneminin ortak sorgulama ve işkence merkezi. 2002’den beri müze olarak hizmet veriyor.
İçeriye girdiğinizde, üst katları gezerken sıradan bir devlet dairesinde dolaştığınız izlenimine kapılırsınız. Köşede amirin masası, üzerindeki tipik memurlara ait eşyalar. Belki de odada ki tek sıra dışı şey, kenarda duran ufak gösterişsiz masa ve iki tarafındaki birer iskemledir. Cezanne’ın kağıt onayan adamlarını mı bekliyor bu iskemleler ve masa? Hayır, hemen anlarsınız ki sorgulama ve işkence bu basit düzenek içinde gerçekleştirilmiştir. 20. yüzyılda işkence, eski zamanlardaki gibi uluorta yapılan, insanın idrakini felce uğratacak tuhaf aletlere ihtiyaç duyulan vahşi bir gösteri olmaktan çıkıp, karanlık bir binanın içindeki bu masa başına çekilmiş, böylece insanın korkuyu kendi zihninde büyütmesi sağlanmıştır. Bu her zaman en korkutucu olan şeydir.
İnsan, boş bir masa ve iki sandalyeye ne kadar uzun bakabilirse o kadar uzun baktım sanırım, sonra bodrum kattaki karanlık, nemli, mezarı andıran bildik hücrelere indik. Kafka’nın Dava romanını hatırladım. Orada baştan itibaren neyle suçlandığını bilmeyen bir birey vardır. Suçlayanlar da bir şey söylemekten imtina ederler. Büyük ihtimalle onların elinde de bir suçlama yoktur zaten. Suçlananın kendi kendisini suçlayacak bir ortam hazırlayıp, beklerler. Hukukun paçavralaştırıldığı bu düzenle, işkencenin bir masa başına indirgenmesi arasında kusursuz bir paralellik olduğunu düşündüm orada. Bu kavrayışı bozan şeyler, kurbanların duvarlardaki vesikalık fotoğrafları ve zemindeki aydınlığa yerleştirilmiş o saçma sapan T 54 Sovyet tankıydı.
Caddenin ferahlığına çıkıp güneşli bir bankta soluklanırken, meselenin sadece bir masa ve iki sandalyeden ibaret olmadığını fark ettim. Hemen o masanın biraz gerisinde, gölgelerin arasında belli belirsiz görünen bir sima daha vardı: Muhbir, diyorduk ona.
Istvan Szabó’yu ve o ünlü üçlemesini (Mephisto -1981, Albay Redl – 1985 ve Hanussen’i -1988) hatırlamam böyle oldu. Sonra zihnimde, usulca Taraf Tutmak’ı da (2001) onların yanına ekleyiverdim.
Üçleme kabaca 1915 ile 1935 yılları arasında, modern Avrupa’nın en çalkantılı döneminde geçer. Szabó’nun, Klaus Maria Brandauer tarafından canlandırılan üç karakteri de yetenekleri olan, yükselme hırsıyla dolu, ezik kişilerdir. Belli noktalar üzerinde durur Szabó: Otorite karşısında bireyin çaresizliği, taşralılık ve aşağılık kompleksi, arzu ve korkunun krallığı ve hayati bir tercihte bulunma noktasındaki bireylerin davranışları.
Gitmek-kalmak; üçlemenin bütün karakterleri bu ikilemle yüzleşirler. Bu aynı zamanda yönetmenin karakterin kırılma anındaki davranışını sorgulamak için kullandığı eşiktir. Aynı oyuncu, hatta kimi zaman aynı sahneler, aynı karakterler devinir perdede. Szabó’nun kahramanları, kazara bu yola girmiş insanlar değildir. Onlar attıkları her adımda ne olduklarını bilirler ve deklare ederler. Yine de arzularının ve korkularının önüne geçemezler ve onların peşi sıra sürüklenirler. İlkinden başlayalım.
Mephisto: “İnsanların arasındaki bir maske olan” oyuncu Hendrick’in hikayesini anlatır film. Yükselme hırsıyla doludur ve bunun için dans dersleri alır. Dans dersi veren Alman zencisi Juliette, aynı zamanda sevgilisidir. Ama utanılan bir sevgilidir bu. Sadece Nazi döneminde Berlin’de değil, çok daha önceleri Hamburg’da da kadınla ilişkisi bir evin dışına taşmaz asla. Juliette onu şöyle tanımlar: “Sen sadece kendini seversin ama onu da çok fazla değil. Tek meselen insani ifadeden yoksun olan kendi yüzün.” Kendini sevmediğini, Hendrik de bilir. Kendi taşralılığından nefret etmektedir. Bu yüzden ona sıradan gelen adını (Heinz) değiştirmiştir.
Berlin’de bir partide tanışıp evlenme teklif ettiği yüksek sınıftan Barbara ile açık havada gezinirken itiraf edeceği, gibi taşralılık “hep utanç içinde yaşamaktır.” Ekler: “İçimde çok fazla kötülük var.” Sürdürür: “Hatırlamak istemediğin anıların var mı? Sen hiç utanmadın, bense hep utanç içinde yaşadım.”
Berlin’de Mephisto rolüyle zirveye çıkması, Hitler’in ve Naziler’in yükselişiyle çakışır. Dostları, meslektaşları hatta karısı gelmekte olan terörden kaçmaya çalışırlarken o kalmak için gerekçeler üretmeyi sürdürür. Ufak ufak adımlar ve başlangıçta tehlikesiz gibi görünen akıl yürütmelerle, otoriteyi önce onaylanma, sonra onun kuklası haline gelme sürecini, olağanüstü anlatır Szabó.
Almanca konuşan bir aktör olarak başka yerde geleceği olamayacağını ileri sürer önce Hendrik, sonra birilerini ihbar ettiğinde, başka birilerini (eski yoldaşını) kurtardığı tesellisiyle avunur, Nazi başbakandan fırçayı yediğinde “Hepimiz istediklerini yapmak zorundayız, aksini iddia eden yalan söyler”e sığınır.
Hendrick sahnede Mephisto’yu canlandırır, ama gerçek hayatta sadece onun tarafından kandırılmış ve kölesi olmuş Faust’tur: “Özgürlük mü? Ne için?”, diye sorar sonunda.
Albay Redl: Taşralılık, üçlemenin ikinci filmi Albay Redl’da da belirgin bir izlektir. Annesi tarafından İmparator’un dostu büyükbaba hikayeleriyle büyütülüp Habsburg ordusunda subay olmaya teşvik edilen, ailesi Galiçya’dan gelmiş Yahudi kökenli Macar bir çocuğun hikayesidir bu.
Askeri okulda soylu aileden gelen Kubinyi ile sıkı arkadaş olur. Onların o zaman gözüne büyük bir malikane gibi görünen evlerine gider gelir. Bu onda büyük bir eziklik yaratır ve çocukça bir hayal kurmasına yol açar: Yeterince çok çalışır ve hizmet ederse, sınıf atlayabileceği yanılgısıdır bu.
Askeri okulda, Kubinyi’yi bir suçlamadan kurtarmak için, okul müdürünün de teşvikiyle, suçsuz birini ihbar etmeye rıza gösterir. Ne yaptığının kesinlikle farkındadır, odadan çıkışta “Ben hain bir köylüyüm” der.
Babası öldüğünde -ki bir babanın varlığından ancak ölümüyle haberdar oluruz-, okul müdüründen babasının cenaze töreni yerine, İmparator Franz Joseph’in isim gününe katılmak için izin ister. Sadece babasından değil geçmişindeki her şeyden ve herkesten utanır ve onları geride bırakmayı arzular. Bir yandan da sürekli daha güçlü ve soylu bir baba arayışı içindedir: Okul müdürü, general, Franz Joseph, ama bulduğunu sandığı bütün babalar, onu önce ihanete zorlayacak sonra da ona ihanet edeceklerdir.
Eşcinseldir ama çocukluktan beri kendisini seven Kubinyi’nin kızkardeşiyle de ilişkisini sürdürür, ancak onun birlikte kaçma tekliflerini geri çevirecektir. En tepeye tırmanmak için yanıp tutuşur ve sonunda askeri istihbaratın başına getirildiğinde adamlarına şöyle seslenir: “Yalan görevimizdir!”
O noktaya vardığında kendi gizli raporuna da erişecek hale gelmiştir. Yüksek sesle okur: “Hırslı, sadık, güce tapar. Soylu sayılmaktan hoşlanıyor.” Kendisi bu tespitlere şunu ekleyecektir: Samimiyetsiz!
Bu çıplak gerçeğe yaklaştığı andır aynı zamanda: “Savunmak istediğim şeyler aslında yok.”
İmparatorluk çökerken, ufak politik oyunlarla zaman kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen İmparator tarafından kurban olarak seçilir sonunda: “Kendi ikizini bul ve onu suçla.”
Filmin sonuna yakın, saraydaki maskeli baloda umutsuzca dolanıp birini aradığı sahneler -kimi, kendini mi?- olağanüstüdür. Ama zaten sahte bir maskeli balodur bu çünkü orada herkes yüzlerindeki maskelere karşın kimin kim olduğunu gayet iyi bilmektedir. Yine de bir ritüel olarak geceyarısından önce maskeler çıkartılmaz. Yalanın, yalan değilmiş gibi yaşanıp, onaylanması. Çökmekte olan monarşi budur.
Sonunda, kapısında silahlı nöbetçilerin beklediği bir odaya konup, eline şerefli ölüm için tabanca tutuşturulduğunda, bütün imparatorluk, o cinnet odasından gelecek silah sesine kulak kesilecektir. Tam bu noktada çiğ spot ışığını seyircinin yüzüne tutar Szabó. Onların hiç de edilgen olmadıklarını, sahnede olup biteni yarı karanlıkta izlediklerini (dikizlediklerini) bilir. Kamerasını, Mephisto’da ve Taraf Tutmak’da uzun uzun seyirciler üzerinde gezindirmesi bundandır.
Hanussen: Birinci dünya savaşının sıradan neferi Schneider (ki Almanca’da terzi demektir, tıpkı Szabo’nun Macarca’da terzi olması gibi), başından yaralanır ve askeri hastanede tedavisini üstlenen Yahudi psikolog Dr. Bettelheim’dan hipnoz sanatını ve birliğindeki kumandanı Kaptan Novotny’den ise (yeni dünya düzeninin adamıdır o) bunu nasıl pazarlayacağını öğrenir.
Kariyerine hastanede el bombası patlatarak bütün koğuşu havaya uçurmaya çalışan bir askeri ikna ederek başlar Hanussen. Şöyle seslenir adama: “Bu dünya bize ait değil. Sen kurbansın, ben de öyle. Anlıyor musun?” Sonra sırasıyla batacak bir transatlantiği, değeri yükselecek hisse senetlerini, Hitler’in seçimi kazanacağını ve Reichstag yangınını önceden bildirir.
Hanussen takma adıyla hipnozcu ve kahin olarak ünlenir. Viyana’da başlayan kariyeri onu arzın değilse bile o sıradaki Avrupa’nın merkezi Berlin’e sürükler. Kent her türden meczubu kendisine çeken büyük bir mıknatıs, devasa bir kabare gibidir.
Baştan itibaren politikayla ilgilenmediğini söyler gazetecilere. Ama çevresindeki ilgi halesi giderek büyümektedir ve kalabalık bir basın toplantısında, gazetecilerin kışkırtması üzerine, hırsına yenilip Hitler’in seçimi kazanacağı ile ilgili öngörüsünde bulunduğunda, apolitik konumunu yitirir.
Kaptan Nowotny, yanlış yaptığını söyleyip gemiyi terk ettiğinde hemen savunmaya geçer: “Ben benim ve öyle kalacağım.” Kurduğu cümlenin fazlasıyla iddialı olduğunu kendisi de fark eder belli ki, bu yüzden aceleyle ekler: “Onun kazanmasını istiyorum demedim, kazanacağını görüyorum dedim.” Aklın beyhude manevralarıdır bunlar. Ama bir kere salt akılla ilerlemeye başladığında gerisinin gelmesi kaçınılmazdır: “Almanya’nın özgürlüğe değil, düzene ihtiyacı var ve bu da Hitler’dir.”
Filmin başlangıcında doktora yanan bir eczane, uçarak oradan uzaklaşması ve kurşuna dizilmesiyle ilgili bir rüya anlatan Schneider, aslında kendi sonunu da görmüştür. Yine de ormanda Nazilerin kurşunlarına hedef olduğunda, son nefesini verirken bile, başına (başımıza) gelenleri anlamlandıramayacaktır: “Neden?”
Taraf Tutmak: Szabó 1988’deki Hanussen’den 13 yıl sonra bir kez daha gözde konusuna döner. Sanatçı, sanatını icra ettiği sırada politik olarak kime hizmet ettiğini de düşünüp ona göre karar vermek zorunda mıdır? Yer yine Berlin’dir. Bu kez İkinci Dünya Savaşı’nın hemen bitimine kurulmuştur sahne. Amerikalı bir askeri savcı (H. Keitel) Berlin Filarmoni’nin efsanevi şefi Wilhelm Furtwangler’i (S. Skarsgárd) Nazilerle işbirliği içinde olduğu iddiasıyla sorgulayıp, mahkum ettirmeye çalışır, çünkü üstleri tarafından bu yönde talimat verilmiştir. “Bütün Nazilerle tek tek uğraşamayız, büyük başları yakalayıp içeri tıkmamız lazım.”
Filmin ikilemi tam da buradadır. Askeri savcı orkestra şefini devlete hizmet etmekle suçlar, ama kendisi de -eşi benzeri görülmemiş bir önyargıyla üstelik, neredeyse bir taşralı hıncıyla diyeceği geliyor insanın- bir başka devlete hizmet etmektedir. Ama o tipik bir orta sınıf Amerikalı olarak iyi ve kötü devletler olduğuna inanır. 2001 yılında çektiği Taraf Tutmak’da uzun yıllardır üzerine kafa yorduğu meselede, artık son noktayı koyar Szabo: Politika ve sanat ayrı ayrı şeylerdir.
Ama sanatta işleyen hayatta da işler diye bir kural yok. 2006 yılında Macar gazetesi Élet és Irodalom, Szabó’nun komünist rejimin gizli polisine muhbirlik yaptığını öne sürdüğünde küçük çaplı bir şok yaşanır. Söylendiğine göre Szabó 1957 ile 1961 yılları arasında, Tiyatro ve Sinema Sanatları Akademisi’nde, çoğu sınıf arkadaşı ve hocaları olan 72 kişi hakkında 48 rapor hazırlamıştır.
Tarihçi István Deák, Szabó’nun verdiği bu bilgilerin sadece tek bir zarara yol açtığını ve ihbar edilenlerden birine pasaport verilmediğini öne sürer. Sanki bu tartışmada en önemli şey, kar-zarar hesabı tutmakmış gibi.
Makale yayımlandıktan sonra yüzden fazla entelektüel -ki bunlar arasında Szabó’nun ihbar ettiği söylenen kimi insanlar da vardır- yönetmene destek veren, kamuya açık bir mektup yayımlarlar.
İddiayla ilgili Szabó’nun ilk tepkisi “Bu bilgi verme bir cesaret işiydi, çünkü böylece eski arkadaşım Pal Gabor’un hayatını kurtardım” şeklinde olur. Ama sonra yönetmen bu iddiasının gerçek olmadığını, akademiden uzaklaştırılmasını engellemek ve kariyerini korumak için muhbirlik yaptığını kabul eder.
İhbarcılık, muhbirlik kişisel olarak bence düşülebilecek en sefil konumlardan biridir. Ama insanlığın büyük çoğunluğunun meseleye böyle yaklaştığını söyleyemem. Tam tersine hiçbir toplumda muhbir vatandaş sıkıntısı çekilmemiş, hele totaliter rejimlerde bunlar örümcek ağları gibi, dört bir yanı sarmışlardır. Yine de bu muhbirleri, oldukları şey olmaya iten ya da zorlayan süreç nedir diye düşünen insan sayısı çok azdır.
Szabó, her biri apolitik olduğunu idda eden karakterleri aracılığıyla, birey-iktidar ilişkisini sorgulamış ve onları oldukları yere getiren içsel ve dışsal süreçleri olağanüstü bir yetkinlikle anlatmıştır. Bu kendi hikayesiyle de yüzleşme çabasıdır kesinlikle.
Yine de bağışlanmaz bir günah işlediğini söyleyecek bir kalabalık hep olacaktır. Buna sebep, herhalde Fransız İhtilali’nden bu yana ortalığı kasıp kavuran şu aydın mitolojisidir. Toplumun başka hiçbir kesiminden (pastacılar, kuyumcular, modacılar vs.) beklenmeyen bir ahlaki bütünlüğü, sanatçılardan beklemek, bir alışkanlık haline gelmiştir. Kabul edelim birçok sanatçı da iktidar uğruna teşvik etmiştir bu beklentiyi. İşini iyi yapan bir sanatçı (Borges, Celine, Handke, Ezra Pound vb.) olmak yetmez, politik olarak da doğru yerde durman gerekir. Yoksa, mazallah!
Doğrusu bu durum bana ne gerçekçi ne de adil görünüyor. İnsan olmak demek, arzularınız ve korkularınızla olduğu kadar, tepenizde devinip duran o saçma, devasa aygıtla da baş etmek demek ve bu herkes için olağanüstü zor. Adı Amerika’da McCarthy, Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler vs. olabilir. Ama bu kadar totaliter olmayanları da muhbir kullanır, insanları muhbir olmak için sıkıştırır, kabul etmeyenleri rahatlıkla yok edebilir.
Bu noktada, direnenleri alkışlayıp direnemeyenlere sövmek üzerine kurulu bir reaksiyon, Flaubert’in Yerleşik Düşünceler Sözlüğü’ndeki budala maddesi altında kendine kolayca yer bulabilir, diye düşünüyorum. .
Bana, Terzi söküğünü dikmiş gibi görünüyor.
Serhat Öztürk-Türkinfo
serhatozturkyazilari.com