Tandori Dezső’nün ardından

 

Petőfi Edebiyat Müzesinin o kocaman basamaklarından ilk çıkışım değil bu.  İki yıl kadar önce Macarca çevirmenler buluşmasına ev sahipliği yapan bu mekân o zaman da beni çok etkilemişti.  Dünyanın dört bir yanından Macar edebiyatı çevirenler, ustalar, acemiler; konuşkanlar, ketumlar; somurtkanlar, güleçler bir araya toplanmış ve hep birlikte çevirinin olanakları, sınırları, sınırları aşmanın ne zaman aşk, ne zaman ihanet olacağı üzerine, yazarları da yanımıza (bazen karşımıza) alıp bir güzel söyleşmiştik. Macar edebiyatını Türkçe’ye çeviren Gün Togay’ın konuşmacı olduğu oturumu izlerken nasıl gururlandığımı da dün gibi hatırlıyorum. Emeğe, bilgiye ve birikime saygı duyulduğunu görmek, buna tanıklık  edebilmek günümüzde artık çok daha değerli. Konuştuğumuz dil edebiyatın diliydi. Çevirmence. Dünyanın bütün dillerini birbirine bağlayan, bunu birbirinden farkını ortaya koyarak yapan biricik ortak dilimiz. Nam-ı diğer, “dillerin dili”.

Aynı basamakları bu kez adını koyamadığım bir duyguyla çıkıyorum. Önemli bir edebiyatçı, üretken bir çevirmen göçmüş. Az sonra iki ülke edebiyatına köprü olan bir diğer emektar, değerli Türkolog ve çevirmen Hocam Edit Tasnádi ile buluşup anmaya katılacağız. Garip bir tedirginlik var içimde. Hocam ne hissettiğimi anlamam konusunda bir kez daha “duygularıma tercüman” olacak sanırım. “Bu konuşan kimdir? “Bu sözcük ne demek?” “Peki bu hissin adı nedir?”

 “Duydun mu? Tandori Dezső ölmüş!” 

Çevirmen arkadaşım Tähti Berlin’den arayıp haberi paylaşıyor. O sırada Ankara’da, Budapeşte yolları için son hazırlıkları tamamlamakla meşgulüm.

“Duymamıştım” diyorum. Tanışmadığım, yalnızca yazdıklarından bildiğim biri ölünce, İçime yerleşen ilk hüzün geride kalan metinlerin öksüzlüğünden olur. Karamsarlık ve iyimserlik arasında gider gelirim. Yazgısı artık okurlara emanettir. Metinleri okundukça yaşayacak, her bir metin okurun zihninde yeni baştan yazılacak, böylece yeniden hayata katılacaktır. Sonra bu hissim yerini “yaşasa kim bilir daha neler neler yazacaktı?” sorusuna bırakır. Peş peşe eklenen ve biriktikçe yüreğe çöken soruları ise her defasında Cemal Süreya sonlandırır:

“Her ölüm erken ölümdür.”

Bazı ölümlere “erken” demek de yetmiyor. Bazı ölümler “gereksiz” kanımca.

Tandori Dezső, 1938 doğumlu Macar şair, çevirmen, yazar. 80 yaşında aramızdan ayrıldı. 1977’den beri evinde kuş yetiştirirmiş. Kuşlardan aldığı ilhamın eserlerinde sıkça yer aldığı biliniyor. Onlarca şiir kitabı, roman, mahlas ile yazdığı eser, bir o kadar da edebi ve felsefi denemesi yayımlanmış.  Birçok da ödül sahibi. Bunlar içinde Kossuh, József Attila, Milan Füst ödülleri de var.

Gelelim benim onu tanıdığım ilk kimliğine… Çevirmenliğine… Çevirilerine… Burada işaretsiz bir parantez açayım, Macar edebiyatının büyük yazarları arasında, özellikle eski kuşaklarda, çeviri yapmayanına, hatta yazma macerasına çeviri ile başlamayanına pek rastlamadım desem yeridir. Parantezi kapatıp Tandori çevirilerinin gözümü döndüren upuzun listesinden aklımda kalanları kısaca sıralamaya çalışayım.

Söze Fazıl Hüsnü Dağlarca ile başlayalım. Necil Togay ve Vas István’ın derlediği kitabın çevirmeni Tandori Dezső (1974).  Adorno, Salinger, Lukács, Sylvia Plath, Mark Twain, Virginia Woolf, Beckett, Kafka, Hegel, Kant, Robert Musil, Walter Benjamin, Bloch, Jung, Schopenhauer, Arthur Herzog, Tolkien, M Frisch… Uzayıp gidiyor. Ortalama bir okurun ya da iyi okuduğunu iddia eden birinin, ömrü boyunca okuyamayacağı kadarını yazmış, üstüne bir o kadarını da çevirmiş. 80 yıl yalnızca bunun için yaşamış adeta. Bu arada Macarların edebiyat ve çeviri eleştirisi konusundaki titizliklerini, söz sakınmazlıklarını, yetersiz buldukları eserleri, metinleri nasıl tartışmaya açtıklarını da yine burada hatırlatayım.

Petőfi Müzesinin merdivenlerini bu kez onun için çıkarken öğrenciyken çevirmek için kafa patlattığımız Tandori dizelerini anımsamaya çalışıyorum. Sonra gözümün önünde şapkalı bir imge beliriyor. Siyah beyaz. Onun zamanının renklerine boyanmış, parlak bir çift göz.  Zamanın peşinden hiç koşmamış da zamanı şapkasının altında gittiği her yere yanında götürmüş gibi bir hali var. Aynı hal muzır bakışlarında gizli ama bakışları bunu nasıl becerebildiğini asla ele vermiyor.

Fuayeye varınca önümde beliren kuyruğa ekleniyorum. Ortadaki siyah beyaz fotoğrafın etrafı rengarenk çiçek bahçesi. Çiçeğini bırakan fotoğrafı selamlayıp salona geçiyor. Bu bir vedalaşma mı, bir buluşma mı kestirmek zor. Her yer tezat dolu. Öyküyü karşıtlıklar yazıyor.

İsteyenler sırayla mikrofona geçip Tandori’den dizeler okuyor. Kimisi de ona yazdığı dizeleri. Tanınmış Macar tiyatrocular, müzisyenler, edebiyatçı tanıdıklar koşup gelmiş. Birbirinden oldukça farklı insan tipleri ortalıkta salınıyor. Aynı “çevre”den olduklarına inanmak zor. Herkes heyecanlı ve özenli. Titreyen eller, titreyen sesler, ona duyulan sevgiyi ortaya koyuyor.  Bu görkemli salonda samimi bir hüzün var bu kez. Aktarılanların her birinden, gözümün önünde yaşamına dair bir fotoğraf beliriyor. İçimdeki kasvet bir anda yaşantısının yazanlarda, okurlarda, çevirmenlerde bıraktığı izlerle ışıldamaya başlıyor. Hakkında muzip bir şey duyduğumda, salon kahkahayı patlattığında gözlerimi sahnenin tepesinden salona bakan gözlerine dikiyorum. Onu gülerken sobelemeye çalışıyorum sanki.

Biri çıkmış (bu “biri” adını aklımda tutamamış olsam da anonstan anımsadığım kadarıyla Almanca’ya Macarcadan 50 eser çevirmiş usta bir çevirmen) Tandori ile Tandori metinleri çevirmeyi anlatıyor. Bir diğeri tek sözcükten ibaret şiiri üzerine yürüyen felsefi tartışmalardan söz ediyor. Sonra müzisyenler çıkıyor sahneye. Önce bir kaval sesi, kulağımın aşina olduğu yanık tınılar… araya giren sözcükler, sözcükler… Sonra gitar, şiirlerinin besteleri ve Hobo… Onu tanıyorum, evet. Bu sesini nerede duysam tanırım.

“Böyle anılmak ne güzel” diyorum. Ölümün yaşamın içinde, yaşamış olanın yerini alamayan bir ayrıntıdan ibaret halini gördüğümde, kalemiyle bunu mümkün kılıp “gidenler”e ve onlardan hak ettikleri sevgiyi, saygıyı esirgemeyen “kalanlara” şükran duyuyorum.

“Kuşlardan neler neler öğrenmiştir kim bilir” diye düşünüyorum. Sonra aklıma haiku sevdiği geliyor.  Taigi’nin  Ayrılık haikusunu sever miydi acaba? Cevat Çapan da ne güzel çevirmiştir:

Giden bana/Ve kalan sana/ İki ayrı güz.

Tanışabilmiş olsaydım sorardım.

Not: Yazarların, şairlerin, çevirmenlerin göçerken yanlarına sevdikleri harfleri de götürdüklerine inanırım.   Hemen oracıkta gözlerine baka baka ben de bir haiku yazmayı denedim. Bir kuşun kanadında yükselip buluta kondurulan sessiz bir harfle ilgili… Bir türlü bitiremedim.  Zamanı gelince içimdeki esintiyle birlikte Tandori’ye doğru kanatlanır umarım.

 

Sevgi Can Yağcı Aksel- Budapeşte

sevgicanyagci@gmail.com