“Akıyor gibiydi sanki yüreğimden çıkıp da
Bulanık, bilge ve büyüktü Tuna.” (Attila József)
Nerede doğup nerede denize kavuştuğunu coğrafya kitaplarından öğrendiğimiz, kendisini şaraba, doğduğu masalsı diyarları üzüm bağlarına, aldığı yolu zamana, Budapeşte’yi de yıllanmış halinin saklandığı mahzene benzetirsek en çok Budapeşte’de güzel bu nehir. Ve Tuna’nın daha çok yolu var. Sınırlar insanlar için, doğa sınır tanımıyor. Attila İlhan’ın “Budapeşte’den Kartpostal” şiirindeki gibi ne Macar sınırında kalıyor ne de Tibor Dery’i soruyor. Şehre gelirken yolculuk yaptığım uçağın alçalmasıyla uzaklardan attığım kısa bir bakışı saymazsak bir şubat akşamı Kossuth Lajos caddesinin kalabalığından sıyrılıp ulaştığım apak Elizabeth Köprüsünde selamlaşıyoruz ilk kez Tuna’yla. Sarı mı, yeşil mi, mavi mi? Melodisiyle dinleyeni arındıran, izleyeni kendine aşık eden nehir. Üzerine şiirler, türküler yazılmış Tuna Macarlara verilmiş bir hediye gibi. Macarlar da onu köprülerle, ışıklarla süslemiş. Bölgedeki tarihin en eski ve en güvenilir tanığı Tuna. Kaleler, kiliseler, heykeller, müzeler hepsi bir dönemi anlatıyor oysa Tuna hep vardı. Kışın donan suyu üzerinde Macar krallarının taç giyme törenleri yapıldı, kıyısında aşıkları ağırladı, kanlı savaşların hüznünü ve çaresizliğini içinde sakladı. Bin yıllardır. Bundandır ağlaması, taşıp yolları kapatınca efkarlanmıştır Tuna. Tuna’yı ilk kez üzerinde gördüğüm Elisabeth köprüsü, 1898’de Cenevre’de İtalyan bir anarşist tarafından suikasta kurban giden Avusturya –Macaristan imparatoriçesi Elisabeth Bavaria’ya (Kraliçe Sissi) ithaf edilmiş.
Budapeşte beni uzun süredir görmediğim yakın bir akraba, eski bir arkadaş sıcaklığıyla karşıladı. Hostelde ranzalarda geçen ilk bir hafta, Türkiye’de unuttuğum telefonum, şubat soğuğu ve uzun süren ev arayışım dahi şehre hemen ısınmama engel olamadı.
Budapeşte, küçük bir yerleşim yeri olan tarihi Obuda, dağlık Buda (tepelik daha uygun olur aslında, en yüksek noktası Janos tepesi 527 metre), düzlük Peşte’den ve ortada akan Tuna’dan ibaret. Macarlar sanata, estetiğe, müziğe, bilime önem veren asil ve biraz içine kapanık bir halk. Sokaklarına caddelerine bilim adamlarının, şairlerinin ve kahramanlarının isimlerini vermişler. Budapeşte sokakları Sovyet döneminde inşa edilen panelhaz denilenlerden, dışardan bakıldığında biraz kasvetli, boyasız, içerisinde avlulara sahip genelde asansörlü çok katlı binalardan oluşuyor. Asansörler genelde iki kapılı, içteki kapı biraz açık kalırsa veya benim yaptığım gibi içteki ikinci kapıyı tam olarak kapatmazsanız asansör aniden durabilir ve içeride kaldım korkusu yaşayabilirsiniz. Bu anda asansörde yalnızsanız, bir de kalp sorununuz varsa çok güzel bir şehrin çok anlamsız bir yerinde, çok anlamsız bir şekilde hayatla vedalaşabilirsiniz. Neyse ki asansörün içinde mahsur kalanlara yardım eden merkeze asansörün içinden bir tuşla bağlanabiliyorsunuz veya yardımsever Macar komşular imdadınıza yetişebiliyor.
Uzun uğraşlar sonrası kiraladığım Hegedüs Utca’daki (Macarca Utca sokak demek) evin avluya bakan odası yazın serindi kışın ise soğuktu. Petersburg’un beyaz geceleri değil ama Budapeşte’nin soğuk gecelerini iliklerime kadar yaşadım. Ana caddeye yürüme mesafesindeki bu sokak 24 saat çalışan, beni okula taşıyan meşhur 4-6 tramvayına çok yakındı. Ulaşım araçlarında bilet kontrollerine denk gelmeniz çok olası. Tramvay hatlarında hiç ummadığınız bir anda hiç ummadığınız bir kişi yolcu gibi bindiği ulaşım aracında çantasından kola takılan resmi görevli bandını çıkarıp harekete geçebilir veya herhangi bir duraktan binip bilet kontrolü yapabilir. Metro çıkışında öğrenci kartımı unuttuğum için ödediğim on bin forint kadar bir ceza konunun ciddiyetini bana net olarak ifade etmişti. Başka bir seferde ödediğim cezanın yürek sızlatan acısı geçmiş olacak ki aylık kartımın süresi bitince yenisini hemen almayıp tramvaya biletsiz binince tramvayda kontrolör ile köşe kapmaca yaşamış, görevli bana ulaşana kadar ilk durakta inip, tehlikeyi savuşturmuştum. Dönüş tarihime yakın bir başka olayda ise tramvayda benimle Macarca konuşmaya çalışan pejmürde kılıklı kontrolörü Budapeşte’de çokça bulunan evsizlerden sanıp cevap vermemiş, ısrarcı görevliye Macarca anlamadığımı belirtince aksanlı İngilizceye geçiş yapmasıyla kim olduğunu anlayıp biletimi gösterip yeni bir cezadan kurtulmuştum.
Okulum Budapest University Technology and Economics (Műegyetem) Tuna kıyısındaki diğer yapılar gibi UNESCO tarafında koruma altına alınmış. Nobel ödüllü mezunları ile Orta Avrupa’nın en iyi mühendislik ve Mimarlık okulu bu üniversite. Kampüs içerisinde dolaşırken bölüm bölüm ayrılmış eski tarihi binalar, ağaçlar ve çiçekli bahçeler beni her seferinde kısa süreliğine de olsa zamanın dışına çıkarıp yönümü şaşırmama neden oluyordu. Macarca derslerinde geçen eğlenceli grup çalışmaları, kibar öğretmenimiz Renata derslere dair hatırladığım en somut ve güzel şey. Macarca hocamızın kendisi hakkında diğer sınıflardaki Türk öğrencilerin dönem boyunca yanı başında yaptıkları yorumları dönem sonunda Türkçe bildiğini söyleyerek anladığını açıklaması, fazla girişken bu arkadaşların belleklerinde unutamayacakları bir anı olarak kalacağından hiç şüphem yok.
Macarlar asya kökenli bir halk. Türklerle Orta Asyada aynı coğrafyada yaşayıp dilsel ve kültürel alışverişte bulunduklarına, aynı kökenden geldiklerine dair araştırmalar yapılmış. İlk Türkoloji Enstitüsü de yine Macaristan’da kurulmuş. Macaristan Parlamentosunda sergilenen Kutsal Macaristan tacının (Szent Korona) Bizans tarafından gönderilen kısmı üzerinde “Türklerin sadık kralı Geza’ya” ifadesi yer almaktadır. Bir zamanlar konar göçer bir halk olan biz Türklerin belki de zaten burada kalıcı değiliz diyerek geliştiremediği çevreye saygı ve estetik anlayış Macarlarda fazlasıyla var. Şehrin tarihi dokusu 2. Dünya savaşında büyük yara alsa da onarılmış, korunmuş, yıkılan köprüler tekrar inşa edilmiş. Şehirdeki en yüksek binalar Tuna kıyısındaki Parlamento binası ve Macaristan’ın ilk kralı (Macarları katolik yapan Aziz Stephen’in sağ elinin saklandığı) Aziz Stephen Bazilikası. İki yapı da doksan altı metre. (Macarların bölgeye geldiği 896 yılına atıfta bulunulmuş). Bu yapılardan daha yüksek binaların inşaası yasaklanmış. 1. Dünya Savaşı sonrası imzalanan Trianon Antlaşmasıyla topraklarının büyük bölümünü kaybedip kalabalık bir macar nüfusu komşu ülkerde bırakmak zorunda kalan Macaristan için bu antlaşma ulusal bir felaket gibi. Bir bakıma yürürlüğe girmiş bir sevr.
Tuna boyunca uzanan fay hattı nedeniyle Budapeşte termal hamamlarıyla da ünlü. Osmanlı döneminde inşa edilen Kiraly Hamamı ve Rudas Hamamı ilk haliyle korunmuş. Peşte tarafında açık havuzlara da sahip olan Széchenyi termal hamamı ise daha turistik ve kalabalık.
Tuna’nın üzerindeki adalardan biri olan Margaret adası haftasonları sık sık ziyaret ettiğim yerlerden biri oldu. Tuna kenarında yürüyüş ve bisiklet yolları, bahçeleri, tarihi yapıları, botanik bahçesi, müzikli çeşmesi, yaz aylarında festivallere ev sahipliği yapan bu terapi merkezi gibi adayı Nazım Hikmet de Budapeşte’de kaldığı günlerde ziyaret etmiş, şiirler yazmış.
Budapeşte’de geçirdiğim günler bir rüya gibi uzak geliyor şimdi. Güzel Tuna bensiz de akıyor, kaldığım apartmanın avlusundan kimler izliyordur şimdi gökyüzünü, 4-6 tramvayı yine durmadan insan taşıyor, kapısı kapanmadan yetişemeyen yolcuları geri çevirmiyor merhametli tramvay şöförleri, durakları anons eden dış ses hala kulaklarımda, sabahları bulvarda yürürken yüzüme vuran bahar güneşi kamaştırıyordur başka başka milletlerden insanların gözlerini yine her nisan sabahı. Ders çalışmak için kullandığım Tunanın kenarındaki heybetli Mimarlık Binası, Potkulcsta Macar arkadaşlarımla el ele tutuşup yaptığımız Macar halk dansları, sokaklarda, metrolarda birkaç çift kalın battaniye ile yaşayan evsizler, Nyugati tren istasyonunda ellerinde bavulları yorgun gözleriyle yolcular, sekizinci bölgenin çingeneleri…Gerçeklik algısını yok eden bohem Peşte akşamları aklını başından alıyor mudur birilerinin yine.
Sisli, güzel bir hayal içindeydim, en güzel yerinde uyandım belki de .
Barış Öztürk