İbrahim Peçevi Osmanlı’nın ünlü vakanüvislerinden. 1574’de Macaristan’ın Pec şehrinde doğmuş, seferlere çıkıp savaşlara katılmış, tercümanlık, defterdarlık ve mutasarrıflık yapmış. 1640 yılında emekli olup Budin’e yerleşmiş ve 1650 (?) yılında burada toprağa verilmiş. İki ciltlik tarihi 1520’de Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıkışıyla başlıyor ve 1639’da IV. Murat’ın vefatıyla son buluyor. Kendisinin de söylediği gibi, birçok Osmanlı tarihçinin yazdıklarını okumuş ve onlardan naklediyor. Arada kendi tanıklıklarını, yaşarken dinlediği hikayeleri ( kahvehane açılması, tütün kullanımının yaygınlaşması, padişah atları vb.) anlatıyor. Tarihinin en önemli özelliklerinden biri, ilk kez yabancı (kefere) tarihçilerin yazdıklarına başvurmuş ve onları tercüme ederek kendi kitabına almış olması. Buna neden gereksinim duyduğunu kitabının bir yerinde şöyle izah ediyor. Yazdıklarımı bitirdiğimde, o sırada Budin Beylerbeyi olan Musa Paşa’ya götürüp bir değerlendirmede bulunmasını istedim. Musa Paşa okuduktan sonra “Tarihte her şeyden önemli olan barış bahsinin nasıl yapıldığını bilmek iken, siz o kapıyı kapamışsınız” diyerek metni geri verdi. Bunun üzerine “Ben geçmişten topladım, hiçbirinde barışa dair bir şey görmüş değilim” dedim. Musa Paşa, “Bu bir özür değildir” diye yanıtladı. Peçevi bunun üzerine yabancı kaynaklara yönelir. Bildiği dil Macarca olduğu için, dönemin Macar tarihçilerine başvurması normaldir: Sebestyén Tinódi Lantos (1510-1566), Gáspár Heltai (1490-1574), Miklós Istvánffy (1538-1615). Öyle anlaşılıyor ki o güne dek kalem oynatan Osmanlı tarihçileri, barışın da bir işlevi olabileceğini düşünmemişler.
Ursula K. Le Guin bir denemesinde yulaf toplayan kadınların hikayesi, Mamut avlayan avcı erkeklerin hikayesiyle karşılaştırıldığında çok sönük kalır, diye yazmıştı. Ama ona göre bu heyecanlı av anlatısının önemli bir kusuru vardı: Kahraman! Başrolünde kahramanın olduğu bir anlatıda herkesin hikayesi, emeği, düşleri ve doğal olarak hayatı onun gölgesinde kalıyor ve büyük ölçüde kayboluyordu. Osmanlı vakanüvislerin anlatısında iyi ya da kötü, yeterli ya da yetersiz, katil ya da kurban kahraman daima padişahtır. Diğer her şey ve herkes onun hikayesine hizmet ettiği ölçüde vardır. En azından ilk bakışta böyledir.
Peçevi Tarihi’ni okurken, bir imparatorluk merkezinin -bu durumda İstanbul’daki payitahtın- gerçek bir kara delik olduğunu kavrıyor insan. Her şey o doyumsuz delik tarafından emiliyor: Murassa şimşir hançerler, altın ve gümüş madenler, atlar ve develer, öldürülmüşlerin kelleleri ve dilleri, gümüş kupalar, gümüş bedenli bakire kızlar, koşum takımları, her türlü hububat, mahbub (muhabbet edilen, sevilen, sevgili) oğlanlar, firuzeler ve yakutlar, tablalarla misk, müzehhep ve süslü örtüler, harem ve köle pazarları için eti diri insanlar, silahlar, yük yük öd, ibrişim halılar…
Geride taş taş üstüne konmamış şehirler ve kaleler, yakılmış tarlalar, binlerce, onbinlerce cesetle gübrelenmiş topraklar kalıyor. Herkes öldürülmüyor tabii, kaçanları bir süre kovalayıp bırakıyorlar ki, işleri düzene koyacak, haraç verecek, isyan ettiğinde gelip yağmalanacak ve kafaları kesilecek birileri olsun.
Bütün bu ayrıntıları Peçevi Tarihi’nde bol bol bulabilirsiniz. Üretmeyi değil, üretileni yağmalayı seçen bir yaşam biçimi. Kendi dönemi içinde düşünüldüğünde sırf Osmanlılara özgü bir şey de değil. Şaşırtıcı olan, aradan 500 yıl geçtikten sonra bunun İslam dünyasında hala kolayca taraftar bulabilmesi. Bu anlatı kalıbı barış zamanı pehlivan tefrikaları ya da milliyetçi kahramanlık hikayeleri olarak çıkıyor ortaya, savaş döneminde ise -diyelim- IŞID’e militan toplarken kullanılıyor.
Antalya Kumluca’da gölgesi ve rüzgarı bol yere tezgah kurmuş, her dem iyi çayı olan ve mangal kömürü satan bir esnaf vardı. 2012’de Şam Emevi camiinde namaz kılma hayalleri kurulmaya başlandıktan bir-iki yıl sonra kömür almaya gittiğimde, 50’li yaşlarını sürmekte olan, torun torba sahibi kömürcüyü, çardağın altında karışık formlarla cebelleşirken buldum. “Hayırdır”, diye sorduğumda. “Avcılık ruhsatı almaya çalışıyorum”, dedi. “Yeni mi merak saldın, biraz geç değil mi?” diye üsteledim. Meğer pompalı tüfek alıp Suriye’ye gitmeye heves ediyormuş. Gizlisi, saklısı yoktu. Kumluca çoktan Türkiye’nin sera merkezi olmuştu o sıralar ve para basmaya başlayan bu sıradan kasabada kimyasal ilaçlar, hiçbir denetim olmaksızın peynir ekmek gibi satılıyordu. Bir sonraki yıl gittiğimde dükkan kapalıydı. Sorduğumda, kanserden öldü, dediler. Gazi ya da şehit olmaya heveslenirken, bok yoluna gitmişti.
Ne yalan söylemeli eskiden vakanüvisleri önemsemez, okumaya değer bulmazdım. Yanıldığımı Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” kitabını okurken anladım. Kabaca söylersem, tarihin insan hikayelerinden bağımsız okunamayacağını, okunmaya çalışılsa bile asla anlaşılamayacağını vaaz ediyordu Kafadar. Peçevi Tarihi’nin gerçek önemi de anlattığı insan hikayelerinde bence. Yazar bir yöntem olarak öncelikle anlatacağı padişahın döneminde yaşamış önemli şahsiyetlerin portrelerinden oluşan bir geçit sunar: Şehzadeler -ki çoğu iktidarı ele geçiren kardeşleri tarafından öldürtülmüş-, sadrazamlar, büyük vezirler, defterdarlar, nişancılar, ümera, din bilginleri, büyük şeyhler gibi. Bütün o kahramanlık tarihinin defosu bu insan hikayelerinde gizlidir. Oraya odaklandığımızda, tarihsel anlatının arşı alayı hedefleyen şaşaalı düzeninden kurtulup dünyevi hayatın bildik hayhuyuna varırız: Egolar, kıskançlıklar, fesat, hırsızlık, rüşvet ve çökme, kifayetsiz muhterislik, şuursuzluk, riya… Ecdadımız şanlı anlatısı, hızla bulanıklaşır.
III. Mehmed’in Macar diyarına sefere götürülmesi hikayesi mesela. Padişahlar hanidir yeniçerinin başında sefere gitmez olmuş. Sarayda bir eli yağda bir eli balda oturmak varken, at sırtında aylarca gitmek, çadırlarda yatmak zul gelmeye başlamış padişahlara. Orduyla savaşa gidip zafer kazanarak güçlenen vezirler arasında post kavgası yaşanmaya başlamış. Bunun önüne geçmek için 1596’da taze padişah III. Mehmed’i sefere çıkartıyorlar. Padişaha sefer usüllerini öğreterek Belgrad’a kadar geliniyor, ama o ana kadar nereye saldırılacağı düşünülmemiş. Meclis toplanıyor. Birileri Komran kalesine gidelim diyor, diğerleri bu kadar insan ve padişahla böyle kıytırık bir yer uygun olmaz, diye itiraz ediyorlar. Bunun üzerine Eger Kalesi göze kestiriliyor.
Osman Paşa’nın emriyle başlayıp üç gün üç gece süren Tebriz katliamı var. Bu kadar katliam arasında Tebriz’in önemi nedir? Osman Paşa ilk günden sonra yaptığından pişman olup kıyımı durdurmaya çalışıyor, bunun için şehre tellallar bile salıyor ama önünü alamıyor. (Bir 6-7 Eylül hikayesi gibi.)
Gücün kişisel sebeplerle kötüye kullanılması: İsmihan Sultan, kocası ölünce Budin’de görev yapan, gösterişli Vezir Ali Paşa’ya göz koyup “Onu bana getirin!”, buyuruyor. Adam evli. Karısının ve ailesinin bütün feveranına rağmen, Budin’den kopartıp İsmihan Sultan’a getiriyorlar. Başka insanlar da var: Padişahın, güç yetiremeyince Beylerbeyilik verdiği Celali isyanı liderlerinden Deli Hasan; Bağdat’ta valiyken Cuma’lara padişah gibi gitmeyi adet edinmiş, beş kuşaklı Vezir Hasan Paşa; II. Selim zamanında nişancı Firuz Bey…
Peçevi, Firuz beyin hikayesini şöyle anlatıyor: “Her zaman içer, hatta (ehl-i ırz meyhanesi) diye bazen koltukta bulunan meyhanelere gider ve odasına gelirken fazla içki aldığı için bir köşede yıkılır kalırdı. Hademeleri kaldırır, bir berber dükkanına ya da başka bir yere kor, sarhoşluğun geçmesini beklerlerdi. Böyle olduğu halde yine azil edilmedi. Ancak halinden şikayetçi olan maiyetindeki bazı katipler, ağır küfürlerle dolu yazı yazdılar, bunu diğer yazılar arasına koydular. O da okumadan ve tereddüt etmeden imzaladı. Katipler bunu alarak veziri azama götürdüler. Bunun üzerine azil edilerek emekliye ayrıldı.”
Bu hikayeler bir alt metin gibi okunduğunda ortaya çıkan manzara Yahya Kemal’in “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” dizesiyle uyuşmuyor. Peçevi’nin karakterleri İmparatorluğun içinde debelendiği açmazı göstermekle kalmıyor, devlet ve toplumsal yaşam söz konusu olduğunda, hangi geleneksel mekanizmaların bugün de hala hayatımıza gölge düşürdüğünü anlamamıza yardımcı oluyor.
Hikayeler ve karakterler… Peçevi Tarihi’ni okurken beni en çok etkileyen Padişah III. Murad ile Sokollu Mehmed Paşa (ki üç padişaha vezir-i azamlık yapmıştır) arasındaki husumetin başlangıcı hikayesi oldu. Muazzam bir roman ya da film çıkabilir ondan. Malum padişah öldüğünde, geride kalan şehzadeler arasında, ölümcül bir oyun olan tahta çıkma yarışı başlıyor. II. Selim öldüğünde Şehzade Murat Manisa sancağındadır. O sırada sarayda başka şehzadeler vardır. Ancak Sokollu Mehmed Paşa padişahın ölümünü gizler ve Şehzade Murat’a haber göndererek hemen saraya gelmesini söyler. Murat, Mudanya iskelesine gelir. Ama kendisini bekleyeceği söylenen kadırga ortada yoktur. Bunun üzerine orada buldukları boş bir kayığa binip İstanbul’a hareket ederler ama büyük bir fırtınaya yakalanırlar. Ölümle kalım arasında, kusa kusa helak olunan bir yolculuktan sonra geceyarısı Ahırkapı’ya yanaşırlar. Nöbetçiler şehzadeyi Bahçekapısı’na yönlendirirler. Vezir-i Azam Sokollu Mehmed Paşa orada beklemektedir. Şehzade Murat hem fırtınadan perişan haldedir, hem de daha önce bir kardeşi tahta çıktıysa oracıkta öldürüleceğinden endişe içindedir. Öyle ki Sokollu ile karşılaştığında onun elini tutup öpecek derece yere eğilince, Sokollu padişahı önler ve kendisi onun elini öperek alıp tahtına götürür. O andan itibaren III. Murad’ın Sokolluya karşı bitmeyen kini başlar ve ondan kurtulmanın yolunu arar. Adamlarını görevden uzaklaştırır, kararlarına karşı çıkar, üzerine başka vezirler salar ama beş yıl boyunca uğraşmasına rağmen ondan kurtulmayı başaramaz. Sokollu 1579 yılında, konağında ikindi divanını yönetirken, huzura gelen bir derviş tarafından bıçaklanarak öldürülür.
Serhat Öztürk – Türkinfo