İki gündür yoğun bir sis içinde yaşıyorduk Miskolc’da; şehir bir buhar banyosunun içine hapsolmuş gibiydi. Kesif bir sessizlik kaplamıştı ortalığı, ara sıra uzaktan uzağa duyulan motor gürültüleri ve bahçe kapılarının ardından havlamayı alışkanlık haline getirmiş canı sıkkın köpek sesleri, şehrin bütün bütüne ölmediğinin tek işaretleriydi.
Oysa hemen öncesinde, şahane bir öğle güneşinin altında yıkanan Buza Ter’deki çiçek pazarı nasıl da canlıydı. Uzaktan görmüştüm curcunayı ve kendiliğinden o tarafa doğru yönelmiştim. Ekim ayının sonunda bu kadar yoğun bir şekilde çiçek satılması çok şaşırtıcıydı. Pazara yaklaştıkça elleri kolları çiçek dolu, Archimboldo tablolarını anımsatan insanlara rastlayınca ağzım iyice açık kalmıştı. Ama sebebini bir türlü anlayamamıştım.
Neredeyse bir hafta olmuştu kente geleli, bu zaman zarfında tanıdığım birkaç kişiye rastlamış, hatta birileriyle yaz akşamını andıran bir havada dışarıda oturup bira da içmiştik, ama kimse hafta sonuyla birleşecek uzun bir dini tatilden, bu sürede bütün dükkanların kapalı olacağından, şehrin üzerine ölü toprağı serpileceğinden bahsetmemişti.
Bu yüzden çiçek pazarındaki o taşkın kalabalık kadar, sabah yürüyüşüne çıkıp hayaletlerle dolu sokaklardan geçmek de sürpriz olmuştu. Neyse ki şahane bir sonbahar vardı. Sarı, kırmızı, kahverengi ve yeşilin hemen her tonunu görebiliyordum sokaklarda, sadece ağaçlarda da değil, yürüdüğüm yollar da bu renk cümbüşünden oluşmuş bir halıyla kaplıydı. Epey dolandım sokaklarda ama tek bir insana bile rastlamadım. Her yana sızmış sis, bir kaybolmuşluk duygusu yaratıyordu giderek. Zihnimde, kalabalığın içinde yabancı olmakla, ıssızlığın içinde yabancı olmak arasındaki fark üzerine oyalanırken, kendiliğinden merkeze doğru yönelmişim meğer ama orası da aynı boşluğun içinde yuvarlanıyordu. Uzaktan bir-iki insan gördüysem de onlar da bavullarını peşleri sıra sürükleyen, kazara buraya düşmüş turistlerdi belli ki.
Belediye meydanına doğru yürüdüm, sonra arka tarafa dönüp, zaten hep boş olan yoldan Avaş tepesinin yamacını seyrederek kapalı spor salonun olduğu meydana döndüm ve oradan sağa sapıp parka girdim. Ne bağıra çığıra koşuşturan çocuklar vardı, ne köpek gezdirmeye çıkanlar, ne de aşıklar.
Parktan çıkınca yakındaki mezarlığın önündeki araba yığını dikkatimi çekti. O yöne gidip mezarlıktan içeri girdim, çiçekler de insanlar da oradaydı. İçerisi Bruegel’in kimi tablolarındaki o çılgın kalabalığı andırıyordu. Parkta eksik olan çoçukların bir kısmı burada koşturup, ağlıyorlardı, sıkkın genç çiftler duruyordu mezar başlarında, ellerinde çiçek sulama kaplarıyla taşları yıkayan kadınlar vardı, neden sonra karşılaşıp sohbet edenler, çiçekler ve mumluklarla mezar süsleyenler, dua edenler, ot yolanlar…
Mezarlığın daracık yolları arasında dolaşıp durdum saatlerce. Gizliden gizliye fotoğraf çektim -yas tutan insanları fotoğraflamaktan suçluluk duyarak ama yine de kendimi alamayarak- ve bu sabahtan beri içimde kök salmaya başlayan yabancılık duygusunu pekiştirdi. Yine de siyah mermer döşeli, çevresi de siyah mermerle çevrilmiş muazzam bir mezarın önündeki banka oturup tefekküre dalmış; kırmızı döpiyesli yaşlı kadını görene dek sürdürdüm deli dana gibi dolaşmayı. Bir taşa yaslanıp uzun uzun o kadını izledim. Çaprazdan ve arkadan, sağ omuz hizasından görüyordum bedenini. Kadın hiç kıpırdamadan duruyordu, ben de büyülenmiş gibi onu izliyordum ve o hareket etmeden buradan ayrılamayacağıma emindim nedense.
Sise karanlık da eklenmeye başladığında eve dönüp, kendime bir cin-tonik koyup bahçedeki rahat koltuğa yerleştiğimde, komşumuz Gabor seslendi. Çitin yanında hal hatır sorup lafladık bir süre.
– Akşam, dedi, çocukların arkadaşları da gelecek ve bahçede gecikmiş bir Halloween partisi düzenleyeceğiz. Rahatsız etmeyiz umarım.
-Halloween mi, diye sordum şaşkınlıkla.
-Evet, dedi. Ölüler Günü bugün.
Böylece üç günlük bir yumak çözüldü, her şey yerli yerine oturdu. En azından kısa bir süre için. Çünkü Ölüler Günü benim için Malcolm Lowry’nin romanı “Yanardağın Altında”dan bildiğim bir şeydi. İkinci Dünya Savaşı arifesinde, çivisi çıkmış bir dünyayı anlatan kitap Meksika’da bir ölüler günü kutlamasıyla açılıyordu. Kutlamasıyla diyorum, çünkü Meksika’da yas değil bir şenlikti söz konusu olan. Kökeni Azteklere dayalı bir gelenekti bu ve onların inancına göre, kişinin gerçek ölümü nefesi durduğunda değil, onun dünyadaki varlığı unutulduğunda gerçekleşiyordu. Festivalin amacı ölülerin unutulmamasını sağlamaktı. Ölülerin anonimliği doğal kabul ediliyordu.
Peki ama Ölüler Günü’nün Avrupa’nın göbeğinde ne işi vardı? Soğuk iliğime işlemeye başlayınca içeri kaçıp interneti açtım ve bu sorunun cevabını aramaya başladım.
Milattan önce İngiltere’de yaşayan pagan Keltler’in Samhain diye bir festivalleri varmış. Samhain “yaz” ve “son” kemilerinden oluşmuş bir birleşik kelimeymiş. Keltlerin inancına göre her yıl 31 ekim gecesi bu dünyayla öteki dünya, yaşayanlarla ölüler arasındaki sınırları oluşturan perde öylesine inceliyormuş ki, ölülerin ruhları bu tarafa geçip geçmişte yaşadıkları evleri ziyaret ediyor, sokaklarda gezinip tanıdıklarını arıyorlarmış. Bu yüzden insanlar o gün dışarıda dolaşırken ruhlarla karşılaşmamak için maske takıp, değişik kostümler giyiyorlarmış.
Romalılar, milattan sonra 1. yüzyılda Kelt topraklarını fethettiklerinde bu ritüelden etkilenmişler ve kendi kutladıkları ve Feralia adını verdikleri ölüm festivaliyle, Pomana dedikleri ve simgesi elma olan hasat festivallerini birleştirip, hepsini Samhain Festivali olarak 31 Ekim’de kutlamaya başlamışlar.
Hıristiyanlık kutsal Roma İmparatorluğunu hakladıktan ve Vatikan yeni bir güç olarak zuhur ettikten sonra, 7. yüzyılın başlarında -daha sonra kendisi de kilise tarafıdan azizler katına yükseltilen- Papa IV. Boniface, Hıristiyanların 13 Mayıs’ta kutladıkları Azizler Günü’nü -Pagan festivalin yerini alması için- 1 Kasım’a taşımış.
Aradan birkaç yüzyıl daha geçince, Ortaçağ İngiltere’sinde “All Hallows” (Tüm Azizler) festivali olarak bilinmeye ve arifesinin gecesi de “Halloween” (Azizler Gecesi) olarak kutlanmaya başlamış. 20. yüzyılda sekülerleşip -ve ticarileşip- bir çocuk bayramına dönüşmüş!
Oradan buradan topladıklarımla vardığım bu sonuçlardan sonra, sorması kolay cevaplaması zor bazı sorularla başbaşa kaldım: İçimizdeki pagan ne kadar sekülerleşir? Dionysos’un mania’sı ölür mü? Ölmeli mi ayrıca?
Gece yarısına doğru, çıkıp mezarlığa gitme arzusu doğdu içimde. Bütün mezarlık titreşen mum ışıklarıyla ve gölgelerle dolu olmalıydı bu saatte. Onun yerine bir bardak daha doldurup ışığı kapattım ve camdan dışarı bakarken, karanlıkta kırmızı döpiyesli kadının oturduğu banka iliştim usulca. Mezara baktım bir süre, içindekiyle herhangi bir bağlantı kurmam söz konusu değildi doğal olarak, ama konuşacak birçok ölü vardı heybemde. İşin tuhafı, hanidir insan bir kere ölülerle konuşmaya başladığında, bunun kolayca tiryakilik yaratabileceğini biliyordum. Anlamadığım ya da anlamadığımı iddia ettiğim şey, insanların hayaletlerle hayali söyleşi yapmak için neden mezarlıklara gitmeye gereksinim duyduklarıydı.
Böyle düşünmeme rağmen terk etmedim bankı. Önümdeki varsıl mezarına, onun arkasındaki diğer mezarlara ve hepsinin ötesinde ufku kaplayan Sovyet tipi, blok mezarlara bakarken anladım ki, ölülerle sadece saptanmış zamanlarda ve saptanmış mekanlarda buluşmanın yaşayanlar üzerinde teskin edici bir etkisi vardı; ve kişiselliğin çok ötesinde bir toplumsal boyutu elbette… Ta Neandertal dönemine kadar uzanıyordu gömme ritüeli ve antropolog C. Levi Strauss’un “Hüzünlü Dönenceler”de anlattığı gibi, yaşayanlarla ölüler arasında bir kadim anlaşma söz konusuydu:
“Ölüler sağladıkları korumayla mevsimlerin düzenli olarak dönüşünü, bahçelerin ve kadınların doğurganlığını güvence altına alacaklardır. Her şey sanki ölülerle yaşayanlar arasında yapılmış bir sözleşme uyarınca gerçekleşir gibidir. Kendilerine adanmış ölçülü bir tapınma karşılığında ölüler kendi yerlerinde kalacaklar ve iki grup arasında geçici biraraya gelişlerde her zaman yaşayanların çıkarlarına ilişkin endişeler egemen olacaktır.”
Çiçek bir rüşvet mi, yani? Tabii ki hayır. Bir kadirşinaslık örneği bence. Çünkü şunu da sorabiliriz kendimize. Ölüler gerçekten öldüler mi? Bütün bağımız bitti mi onlarla. Bu yazıda ismi geçenleri düşünelim örneğin: Archimboldo, Bruegel, Malcolm Lowry, C.L. Strauss. Hepsi de ölmüş gözüküyorlar, ama bir yandan da bizimle konuşmayı sürdürüyorlar işte. Hiçbiriyle canlı olarak karşılaşmadım. Kiminin mezarı bile yok artık ortada, olanların da gidip başında duracak değilim, ama hayali bir sohbeti sürdürüyoruz.
“Nostalji’nin Geleceği” kitabının yazarı, genç denilebilecek bir yaşta öteki tarafa geçenlerden Svetlana Boym karanlıklar içinden gelip fısıldıyor işte kulağımıza: Muhafazakarlık ve devrimcilik aynı madalyonun iki yüzüdür.
Giderek bastıran uykuda, bunun üzerine düşünmeli.
Serhat Öztürk- Türkinfo
www.serhatozturkyazilari.com