Magda ve Juliska’nın hikâyesi: Kapı

“Kapı romanını bitirdiğimde, yazarın kendisiyle vicdani hesaplaşmasını bir roman yoluyla yapmasının, aslında Emerenc’e karşı işlediğini söylediği suçun bir devamı olup olmadığını düşünmüştüm. Yazar evinin ve ruhunun kapılarını sadece ve sadece kendisine açan Emerenc’in sırlarını hangi hakla bize anlatıyordu ki? Bu soru teorik bir zihin jimnastiği sorusu değildi, çünkü elimdeki roman otobiyografik bir romandı ve yazarın adı Magda Szabó’ydu…”

Bugün otuz yıldan sonra Budapeşte’ye tekrar gitsem, bir sabah erkenden yola çıkar, belki Yeşil Köprü’de bir an durup Buda tarafının o melankolik güzelliğine bakar ama daha fazla oyalanmadan hızlı adımlarla Júlia Sokağı’na doğru yürür ve daha sokağın köşesine geldiğimde göreceğim dev kestane ağaçlarının altında uyuyan sokağın renklerinin, kokularının arasında gizlenmiş, geçip gitmiş hayatları görür gibi olurum.

O zaman, yani bir sabah erkenden yola çıkıp Júlia Sokağı’na gitsem, önce ağır adımlarla yürür, 3 numaranın önünde durur, başımı balkonlara doğru kaldırır, “İşte buradan bakmıştı o Noel gecesi karlar altındaki sokağa” diye düşünürüm. Sarı, eski bir apartmandır önünde durduğum. Sonra yine ağır ağır 7 numaraya doğru yürürüm. Bu kez gözlerim bu eski villanın zemin katının pencerelerindedir. Emerenc’in pencerelerinde… Ama en çok kapısında. Ne var ki, eşyalarını taşıyan kamyon bir kış günü buzları kıra kıra güçlükle ilerleyip de nihayet 7 numaranın önünde durduğunda, Gábor Verrasztó kimin kapısından içeri girdiğinden, o kapının önünde duran ahşap bankın dünya edebiyatının hangi kahramanlarını ağırladığından haberdar değildi henüz. Ertesi sabah gazetesini almak için kapıyı açtığında, paspasta oturmuş bekleyen kedinin Emerenc’in kaçan kedilerinin torunlarından birisi ya da hatta Emerenc’in ta kendisi olabileceğini de çok sonra, komşuları taşındığı evde daha önce kimin yaşadığını ona anlattıklarında düşünecekti.

Gábor’un Júlia Sokağı’na taşınmasından yıllar önce başlamıştı her şey. 1960 yılında bir kadın kendisi gibi yazar olan eşiyle birlikte Júlia Sokağı 3 numaraya taşınmıştı. On yıl süren zorunlu bir sessizliğin ardından aranır ve tanınır bir yazar olma yolundaydı artık. Tüm zamanını yazmaya verebilmek için ev işlerini yapacak birisini aramaya başlayınca, bir arkadaşı ona aynı sokakta 7 numarada oturan Emerenc’i tavsiye etmişti. Böylece bu iki kadının on yedi yıl sürecek ilişkileri başlayacak ama bu bilinen bir hanım/hizmetçi ya da entelektüel/cahil geriliminde ilerleyen bir ilişki olmayacaktı. Öyle ki, daha ilk karşılaşmalarında Emerenc seçim hakkının kendisinde olduğunu yazara hissettirecekti.

Sert, katı ve güçlüydü Emerenc. İlerlemiş yaşına rağmen uzun paltosu ve hiç çıkarmadığı başörtüsü ile durup dinlenmeden çalışır, kâh sokağı süpürür kâh karları kürer kâh kazanda çamaşır kaynatır… Ama aynı zamanda herkesin yardımına koşar; hastalara yemek götürür; sahipsiz kedilere, köpeklere bakar; muhalifleri saklar. Yani Júlia Sokağı’nın temel direğidir. Yalnız, kapısının önündeki avluda etrafa ziyafet sofraları kuran bu kadın evinin KAPIsını asla kimseye açmaz.

Emerenc görüşmelerinden birkaç gün sonra yazarın evinde çalışmayı kabul edecek ve iki kadının, daha sonra yazarın “mitolojik” olarak adlandıracağı, yer yer bir düelloyu andıran, fırtınalı ilişkileri başlayacak; kendi kurallarına göre yaşayan, ne kiliseye ne doktorlara ne de herhangi bir siyasi iktidara güvenen, kol emeğinden başka emek ve “süpürenler ve süpürtenlerden” başka bir gerçek tanımayan Emerenc ile kiliseye giden, hayatını yazarak sürdüren ve tutkuyla gerçeği arayan yazar arasında yaşanacaklar önyargıların ve öfkenin fitillediği çatışmalara dönüşecektir. Ama sadece hayata karşı iki temel tutumun, iki aklın çarpışmasından ibaret kalmayacaktır bu ilişki. Emerenc bir süre sonra kimseye açmadığı, kimsenin arkasında ne olduğunu gerçekten bilmediği evinin kapısını ve sırrını yazara açacak, bunu yaparken yine kimselere açmadığı ruhunun kapısını az da olsa aralayacaktır.

Ancak bütün olup bitenleri, her şeyi anlatmadan önce bize daha ilk satırlarda şunu söyleyecektir yazar: “Emerenc’i ben öldürdüm. Onu kurtarmayı istemiş olmam bu gerçeği değiştirmez.”

*

Kapı romanını bitirdiğimde, önce özellikle son iki bölümde giderek mitolojik bir sona doğru yelken açan öykünün ustalığını içime sindirmiş, ancak bunun hemen ardından, kendime her okurun soracağı soruyu sormuş ve yazarın kendisiyle vicdani hesaplaşmasını bir roman yoluyla yapmasının, aslında Emerenc’e karşı işlediğini söylediği suçun bir devamı olup olmadığını düşünmüştüm. Yazar evinin ve ruhunun kapılarını sadece ve sadece kendisine açan Emerenc’in sırlarını hangi hakla bize anlatıyordu ki? Bu soru teorik bir zihin jimnastiği sorusu değildi, çünkü elimdeki roman otobiyografik bir romandı ve yazarın adı Magda Szabó’ydu. Ancak cevabını hemen veremeyeceğimi sezdiğim bütün sorular karşısında yaptığım gibi, bu soruyu da zihnimin derinliklerine yerleştirip teknik sorulara yöneldim: Magda Szabó belli ki romanı Macar okuyucu için yazmış ve Emerenc’in ya da kendisinin hayatını doğrudan etkileyen tarihsel gelişmelerin ve siyasi iklimin okur tarafından bilindiğini varsaymıştı. Örneğin yazar Emerenc’in herkese kapalı tuttuğu kapısının ardında, daha önce yanlarında aşçılık yaptığı Yahudi Grosmann ailesinden çaldığı eşyaları sakladığından şüphelenmişti. Ben ilk anda bunun İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştiğini düşünmüş, ancak daha sonra bu tahminimin olay akışına uymadığını fark etmiştim. O yüzden önce 20. yüzyıl Macaristan tarihine bir göz atacaktım.

İlk fark ettiğim şey Magda Szabó’nun ve tabii ki Emerenc’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda doğmuş olduklarıydı. Ancak 1918’de birlik dağılınca Macaristan bağımsızlığını ilan edecek, altı ay sonra ülkedeki en örgütlü güç olan komünistler başa geçecek ve önlerine iki acil hedef koyacaklardı: Macaristan’ın elinden çıkan toprakları geri almak ve toplumsal adaletin sağlanması. Macaristan en başta gerçekten de askerî başarılar elde eder. Aynı zamanda geniş bir kamulaştırma seferberliğine girişilir ve ulaşım, bankacılık ve ilaç sanayi kamulaştırılır. Bu arada politik muhalifler idam edilir. Ancak toprak reformunda dağılımda sorunlar çıkar, aynı zamanda Romanya ordusu ilerlemektedir. Sovyetler Birliği’nden beklenen yardım gelmeyince hükümet üyeleri Avusturya’ya kaçarlar. Magda o tarihte bir yaşındadır ve Budapeşte işgal edilir. Daha önce meclisin önemli bir bölümünü oluşturan Yahudilere ve Sovyetler Birliği’ne karşı yaygın bir düşmanlık başlar. İktidar devrim düşmanı “Beyazlar’a” geçer, bu kez birçok sol görüşlü muhalif idam edilir ve Yahudilere saldırılar başlar. Emerenc’in “kendi çocuğum” diyerek kucağında Grosmann’ların torunuyla köye gittiği dönemdir bu.

Romanya yağmalayarak geri çekilir, on milyon Macar Macaristan toprakları dışında kalmıştır. 1932 yılında büyük bunalım dönemiyle birlikte Nazilerle yakın ilişkiler içinde olan bir hükümet kurularak, 1941’de Nazi Almanyası’nın yanında savaşa girilir. Macar ordusu ağır kayıplar verip de bu kez hükümet gizlice Batılı müttefiklerle görüşmeye başlayınca, 1944 yılında Almanya Macaristan’ı işgal eder ve yüz binlerce Yahudiyi Auschwitz’e gönderir. Aynı yılın eylül ayında Sovyetler Birliği ordusu sınırı geçmiş, ilerlemekte, Budapeşte’de geri kalan Yahudilere karşı iktidarı devralan faşistler eliyle sürdürülen katliam devam etmektedir. Sovyetler’in uzun kuşatması sonucunda Budapeşte teslim olur. Emerenc bütün bu yıllar boyunca komünistleri, Yahudileri, Almanları, Rusları, kısacası kaçan ya da aranan herkesi gizli bir bölmede sakladığını anlatır bir gün yazara.

Sovyetler 1944 yılında Magda Szabó’nun memleketi Debrecen’de geçici bir hükümet kurar.

Ertesi yıl ise serbest seçimler yapılır, ancak komünistler büyük bir yenilgiye uğrarlar. 1948’de tekrar edilen seçimlerde ise bütün seferberliğe rağmen oy oranları sadece %23 civarındadır. Bir yıl sonra sosyal demokrat ve komünist parti birleşmeye zorlanarak 1949 yılında sadece bu partinin seçimlere girmesine izin verilir. Ardından kendisini “Stalin’in en iyi öğrencisi” olarak tanımlayacak Rakosi başa geçer. Aynı yıl Magda Szabó’ya genç bir şair olarak verilen edebiyat ödülü tören günü geri alınır. Yazar bakanlıktaki görevinden atılır ve öğretmen olarak çalışmaya devam eder. Bu süreçte Budapeşte’de mahkemelerden çıkan kararlarla binlerce insan işinden olur ve halkın korkulu rüyası haline gelecek siyasi gizli polis (AVH) kurulur. Emerenc apartman komşusu Bay Brodarics’i saklayacaktır gizli polisten. Magda ise bir grup edebiyatçı ile “Yeni Ay” grubunun içindedir. Sonrasında bu gruptaki herkesin çocuk sahibi olmaktan özellikle kaçındığı anlatılacaktır: Çünkü çocuklar iktidar tarafından muhaliflere karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmakta, onları tehdit edilebilir hale getirmektedir. Aslında bu dönemde birçok önemli edebiyatçı gibi Magda Szabó da klasik anlamda bir muhalif olduğu için değil, edebiyatını iktidarın hizmetine sunmadığı için sessizliğe mahkûm edilmiştir.

Stalin’in ölümünün ardından Başbakan Imre Nagy ile birlikte hafif bir açılma politikası başlamıştır. Ancak 1956 yılında üniversitelerdeki protestoların ateşlediği bir ayaklanma patlar. Sovyetler Birliği bu ayaklanmayı yüz bin askerle bastırır, Imre Nagy kapalı olarak yargılanır. Nagy ile birlikte 1.200 kişi idam edilir, iki yüz bin kişi de ülkeyi terk eder ve 1988’e kadar sürecek János Kádár dönemi başlar. Kádár gizli polisin kurucusu olan içişleri bakanıdır, fakat kendisi de 1951’de Tito destekçiliği gerekçesiyle müebbete mahkûm edilmiştir. Stalin’in ölümünden sonra, Nagy döneminde itibarı tekrar iade edilir. Ama János Kádár, Nagy’i idama göndermekten geri durmaz.

Kádár dış politikada kayıtsız şartsız Sovyet yanlısı bir politika izler. Bunun karşılığında elde ettiği görece bağımsızlık, içişlerinde reformcu bir çizgi izlemesinin yolunu açacaktır. Örneğin gizli polis (AVH) lağvedilir. “Gulaş Komünizmi” halka diğer Varşova Paktı ülkelerine göre biraz daha özgür ve refah seviyesi yüksek bir hayat sunmaya hazırlanırken, Magda Szabó da suskunluğa mahkûm edildiği yıllardan sonra tekrar 1958 yılında ilk romanı Fresko’yu yayımlayabilecek, ardından ülkenin en önemli edebiyat ödüllerinden Attila József Ödülü’ne layık görülecek ve bu kez gerçekten de ödülünü alabilecektir. Artık işi başından aşkın, aranan, takdir gören bir yazardır. Eşiyle birlikte yıllarca oturduğu tek odalı evden Júlia Sokağı’ndaki iki odalı eve taşınacak ve yazmaktan yetişemediği ev işlerini yapacak birisini arayacak ve… Hikâyemiz başlayacaktır.

*

Artık Magda ve Emerenc’in hayatlarını olağanüstü altüst oluşlarla dolu bu ülkenin kırk yıllık tarihine az çok yerleştirebilmiştim. Sırada Magda Szabó hakkında daha çok okumak vardı. Ancak kitapları birçok dile çevrilen bu yazar hakkında bildiğim dillerde fazla bilgiye ulaşamıyordum, ulaşabildiklerim ise hep birbirini tekrar eden metinlerdi. Örneğin hakkında müstakil bir kitap yoktu. Bulabildiğim, sözü edilmeye değer tek ciddi metin Viyana Üniversitesi’nde yazılmış bir yüksek lisans teziydi, ancak o da daha çok Szabó’nun gençlik edebiyatına ilişkin yorumlar içeriyordu. Emerenc? Gerçek adı Julianna Szőke’ydi ama bu bilginin dışında her yerde sadece romanda olduğu kadar vardı.

Birkaç gün sonra, bir sabah öylesine, pek de fazla bir şey beklemeden Macarca sayfalara bakmaya karar vermiş, sayfaları internetten otomatik çeviri yoluyla taramaya başlamıştım. Karşılaştığım ilk sürpriz bir emlakçı ilanıydı. Magda Szabó’nun Júlia Sokağı’nda yıllarca oturduğu daire satılıktı. 36 metrekarelik bir daireydi bu. Emlakçı daireyi sadece konumu nedeniyle değil, edebi tarihinin değeri nedeniyle de takdir edecek birisine satmayı tercih ettiklerini yazmıştı.


Daire satıldı mı bilmiyorum, ancak bu sayfadan sonra güvenim artmış, sezgilerim yavaş yavaş devreye girmiş ve aynı gün akşama doğru Gábor Verrasztó adı karşıma çıkmıştı. Çok heyecanlanmıştım, çünkü Gábor 2007 yılından beri Emerenc’in yaşadığı dairede, yani Júlia Sokağı, 7 numaranın zemin katında yaşıyordu ve o “Kapı” hakkında bir kitap yazmıştı. Kendisine ulaşmam zor olmadı. Macarca yazamadığım ve rahatsız ettiğim için özür dileyerek kendisine kitabı hakkında bir soru sormak istediğimi yazdım. Cevap fazla gecikmemişti. “Hangi kitabım hakkında?” diye soruyordu Gábor. “Kapının Ardında” diye başladım, “ben kapının ardındaki gerçek hikâyeyi arıyorum, Julianna Szőke’nin hikâyesini.” Sorduğum adres doğruydu ama maalesef kitap sadece Macarca olarak basılmıştı. (Gábor Verrasztó, Az ajtó mögött, Budapeşte, Napkút Kiadó, 2017.) Gábor bundan sonraki sorularımı sabırla cevapladı: Örneğin Szabó nasıl olup da arada bir ev olduğu halde Emerenc’in kapısını görebiliyordu? “Arka taraftaki pencerelerden” diyor ve bir fotoğraf gönderiyordu Gábor; bir süre sonra da kitabının PDF dosyasını. En azından fotoğraflara bakabilirdim. 156 sayfalık bir kitaptı bu. Gábor aslında sadece Magda ve Julianna’nın değil, oturduğu sokağın, evin tarihini yazmış; arşivlerinden, kayıtlardan toparladığı bilgileri, evde bir süre yaşamış ya da halen yaşayan üç kuşağın anlattıklarıyla birleştirmiş ve böylece sadece Julianna’nın değil, ülkesinin de çalkantılı tarihinin peşinden gitmişti.

1901 yılında doğmuştu Emerenc; gerçek adıyla Julianna ya da Juliska Teyze. 1939 yılında Júlia Sokağı, 7 numarada apartman görevlisi olarak işe başlamıştı. Neler olmamış, neler yaşanmamıştı ki o kadar yıl boyunca! Savaş esnasında bir odanın kapısına duvar örüp apartmandaki bütün genç kadınları askerlerden o odada korumuşlardı. Tutulması zorunlu olan ve sadece apartmanda oturanları değil, kimlerin girip çıktığını ve gelen ya da geceleyen misafirlerin hepsinin adının kaydedildiği bir apartman defteri vardı ve bunu tutma görevi de Julianna’nındı. Rakosin döneminde siyasi gizli polisin en gözde muhbirleriydi bu apartman görevlileri. Ama o kimseyi ihbar etmemiş, hatta kaçaklara yardım etmişti. Örneğin romanda “Brodarics” olarak tanıyacağımız Otto Zwickl bunlardan biriydi. Ya da Ilona Vitalis’in babası 1953 yılında 7 numaraya taşındıklarında aylardır tutukluydu.

“Juliska Teyze” uzun boylu, yapılı, güçlü kuvvetliydi. Erkek ayakkabıları giyer ve üstü başı dağınık göründüğü için fotoğrafının çekilmesine izin vermezdi. Çocuklara tatlılar yapıp dağıtırdı hep. Peter ile birlikte pazara giderler, birlikte kar kürerlerdi. Bir keresinde sokakta bir köpek ezilmişti. O zaman da Magda Teyze ile birlikte köpeği veterinere götürmüşlerdi. Bu o zamanlar küçük bir çocuk olan Peter’in ruhunda derin izler bırakmıştı. Savaştan sonra tıpkı romanda anlatıldığı gibi kilisede giyecek dağıtılmış ve Emerenc’in payına bir gece elbisesi düşmüştü. O gün Irma da oradaydı. Eva’ya göre ise Emerenc sokağın generali, büyücüsü ve kraliçesiydi. Yani geçen onca yıla rağmen Juliska’yı kimse unutamamış, Magda Szabó da onu Emerenc olarak ölümsüzleştirmişti.

*

1978 yılında Macaristan’ın en önemli edebiyat ödülü olan Kossuth Ödülü’nü almıştı Magda Szabó. O kapı, Emerenc’in kimseye açmak istemediği kapısı kırılırken televizyon programına çıkmıştı. “İlk defa televizyona çıkacaktım” diye kendisini avutmaya, belki affetmeye çalışmıştı. 2003 yılında Fransa’nın önemli edebiyat ödülü Femina’yı alırken ise “Emerenc benim ona ihtiyacım olan her an benim yanımdaydı. Bense onun bana en çok ihtiyaç duyduğu anda onun yanında olamamıştım” diyordu Kapı’nın hikâyesini gazetecilere anlatırken. 86 yaşındaydı. Macaristan dışında adı ilk kez edebiyat çevrelerinde bu kadar duyuluyordu. Aslında her şey bir tesadüfün sonucuydu: Bir yayınevinin yöneticisine son anda uçakta okuması için Kapı’yı vermiş, o da Fransa’da çevrilip basılması için bir çevirmenle konuşmuş ve o çevirmen “Ben o romanı yıllar önce çevirmiş ama kimsenin ilgilenmeyeceğini düşünüp çekmeceden çıkarmamıştım” deyince Kapı hemen basılmış ve Szabó yaşlılık günlerinde hiç beklemediği, uluslararası bir üne kavuşmuştu. Emerenc getirmişti bu ünü kendisine; yazıya inanmayan anarşist.

Magda Szabó romanlarında var olanı anlatırken aslında kaybolup gidenin peşine düşen ve kaybettiklerinin yasını yazarak tutan bir yazar. 1982 yılında uzun süren bir hastalığın ardından ölen eşi Tibor Szobotka’nın biyografisini yazan Szabó bundan beş yıl sonra Kapı’yı yayımlayacaktı. Düşünmüş, “O zor hastalık yıllarında en çok kim yanımdaydı?” diye kendi kendisine sormuş ve cevabı hep “Emerenc” olmuştu. Ne mezun olduğu üniversiteler ne de aldığı doktora unvanları değil, Emerenc öğretmişti ona insan olmayı; hasta bir insana bir kap çorba götürmeyi. Herkesin istediği biçimde ölme hakkı olduğunu da anlatmıştı ona Emerenc. Ama o Emerenc’i kendi istediği gibi ölmeye bırakamamış, insan hayatını her şeyin merkezine koyan, öğrenilmiş hümanizmini, her insanın dünyadaki yerini ayrı ayrı kavrayıp, ona göre bir kader çizen Emerenc’in içselleşmiş bilgeliğinin önüne çıkarmıştı. Ama Emerenc kırılan kapısına rağmen ona bir şans daha vermiş, hatta ona annesi gibi “Magduska” diye seslenmişti. Ama bu şefkat Magda’nın yalanının eseriydi. Tıpkı Iza[1]gibi o da hayatının “doğru” akışı olarak kavradığı bir akıntıya kendisini kaptıracak, Emerenc’in kapısının, hayatının, onurunun önünde siper olmak yerine, o an bir tercih yapmış olduğunun farkına dahi varmadan, yıllarını verdiği yazarlık uğraşının sonucunu, ödülünü almaya koşacaktı. Bu, o ödülü almış olmanın zafer sarhoşluğu içerisindeyken karşı koyamadığı bir zaaf ânı mıydı? Başka türlü olabilir miydi? Bu soruyu sanırım hepimiz, Magda Szabó için değil de ancak kendi hayatımıza bakarak ve sadece kendimiz için cevaplayabiliriz.

“Emerenc bu romanı affedebilir miydi?” sorusuna dönersek: Magda Szabó’nun cevabı açıktır. Çünkü Emerenc’in külleri Szabó’nun vasiyetine uygun olarak, Emerenc’in kendisi için yaptırdığı mezar yerine Szabó ve eşinin ortak mezarındadır. Barışmak istemiştir Szabó; kendi sevgisi ve Emerenc’in “Magduska” diyen şefkatinin o bir anlık vefasızlığın üstesinden geleceğini düşünmüştür. Kim bilir, belki de bu zor, huzursuz ama vicdanlı iki ruhun birbirinden başka çaresi yoktur. Kim bilir, belki de Magda, Júlia Sokağı sakinlerinin hâlâ her gün kediler için koyduğu mama kaplarını Emerenc’e anlatıp kendisini affettirmiştir.

t24.com.tr/k24/yazi/magda-ve-juliska-nin-hikayesi-kapi