Küçük bir kasabanın mucizevi lezzetleri: “Anyukám Mondta”

İlk kez, 2018’deki Miskolci Borangolás Festivali sırasında duymuştum adlarını. Avas tepesindeki büyük kiliseye çıkan merdivenleri tırmanmış, girişteki standdan şarap bardaklarımızı alarak festival alanına girmiştik ki, koku bizi çağırdı. Sağ tarafımızda bir kalabalık birikmişti ve yaklaştıkça da arttı. Ellerinde içi  domuz döneri ve salatayla dolu sıcak pota ekmeklerine yumulmuş insanları gıptayla seyrederek sıramızın gelmesini bekledik. Neyseki şaraplarımız vardı. Açık ara, o güne dek Macaristan’da yediğim en iyi yemekti. Gece boyunca o sihirli ismi tekrarlayarak ve unuttuğumda yanımdakilere sorarak dolaştığımı hatırlıyorum: Anyukám Mondta.

Annem söyledi, diye çevirmişti bir arkadaşımız. Encs’deymiş lokantaları. Miskolc’ten Slovakya sınırına doğru otuz kilometre mesafede, topu topu yedi bin kişinin yaşadığı küçücük, adı sanı duyulmamış bir kasabada. Haliyle insanın merakını gıcıklıyordu. Ama ne yalan söylemeli Macaristan’da çektiğimiz yoksunluk düşünüldüğünde, o sıra iyi yemek arzusu meraktan bir hayli öndeydi.

Nihayet yolu tutup Encs’e geldiğimizde ilk tanışmanın üstünden birkaç ay geçmişti. Kasaba gerçekten küçüktü ve ana caddenin ortalarında bir yerde, GSM’in mekanik ve metalik komutuna uyarak sağa saptığımızda, kendimizi bir süpermarketin arka otoparkını andıran bir alanda bulduk. Yanlış geldiğimize emindik. Ama Anyukám Mondta’nın süprizleri bitmiyordu. Lokanta gerçekten de oracıkta, son derece gösterişsiz biçimde duruyordu. Kapıyı açıp harikalar diyarından içeri girdik.

Şarap kavıyla dolu duvarlar ve bir bar karşıladı bizi, sola doğru yönlendirildik hemen sağda içinde çıtır çıtır odunların yandığı fırını gördük. Tam karşımızdaki tezgahın üzerinde dev bir dilimleme makinesinin çeliği üzerine yerleştirilmiş devasa bir füme domuz butu duruyordu. Adımlarımız kendiliğinden hızlandı ve bir yanı güzel bir bahçeye bakan camekanla kaplı ince uzun salondaki masalardan birine yerleştik. Yediklerimizi anlatmak fazla işgüzarlık olur. Hepsi mükemmeldi. Ne yazık ki kurban vererek yaşanan bir ayindi bu. Macaristan’daki sıfır alkol toleransı yüzünden, şoförün bir kadehçik bile içemediği bir tören. Şarap içmeden yenen iyi bir yemeğin, daima eksik bir şey olmaya mahkum olduğunu ben orada anladım. Ne yalan söylemeli bir sonraki sefer bu kez Ayvalık’tan gelmiş dostlarımızla karlar içindeki bir Tokaj yolculuğundan sonra yine Encs’e geldiğimizde ve ben yine şarap içemediğimde, Anyukám Mondta ile ilişkimi gözden geçirme kararı aldım. Çünkü durumum tam da “Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap” şarkısındaki gibi olmaya başlamıştı.

Neyse ki bir yıl kadar sonra Miskolc’da, ana cadde üzerinde kantin tarzı bir dükkan açtılar: Vilagbeke (Dünya barışı). İlk günden herkes kapıda kuyruk olmaya başladı. Söylendiğine göre Roma usülü olan çok kalın pizza hamurları üzerine envai çeşit malzeme koyarak nefis pizzalar servis ediyorlardı, kendilerine has draft biraları ve nihayet tadabileceğim enfes şarapları da oradaydı. Vilagbeke eve yürüme mesafesinde olduğu için, Miskolc’da olduğumuz dönemler haftanın en az bir günü orada yiyip-içmeyi alışkanlık haline getirdik. Nefsimizi yeterince köreltince, başlangıçta ki merakımızı bıraktığımız yerde bizi bekler bulduk. Kimdi bu insanlar? Bu kadar iyi yemek pişirirken niye küçücük bir kasabada durmayı seçmişlerdi? Anneleri onlara ne söylemişti? Miskolc’a açılmak dünya barışı için atılan bir ilk adım mıydı ve devamı Budapeşte mi gelecekti?

Böylece Encs’deki lokantaya telefon açtık, meramımızı anlattık, ben onlar hakkında bir Türkinfo yazısı yazmak istiyordum. Büyük kardeş Szabi birkaç gün sonra aradı, Miskolc’e geldiği bir gün Vilagbeke’de buluştuk. Gözlüklü, kıvırcık saçlı, hoş sohbet, elli yaşlarında bir adam. Uzun ve yüksek tahta masanın iki yanındaki yüksek taburelere tünedik. Şahane bir şurup ikram etti. Framboğazları sıkıp içine biraz sitrik asit koyuyor ve az miktarda şekerle tatlandırıyorlarmış.

Szabi ve kardeşi Szili, liseyi Miskolc’daki Aşçılık Okulu’nda bitirmişler. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından iki yıl sonra, 1991’de, Szabi 19 yaşındayken iki kardeş basıp kuzey İtalya’ya gitmişler ve orada üç yıl kalıp pizza yapmayı öğrenmişler. 1994’de büyük dünyadan küçük Encs’e geri dönmüşler. Gençlikleri boyunca gittikleri kasabanın tek kafe-barı, sahibi yeni döneme ayak uyduramadığı için kapanmış o sırada. İki kardeş hava parası verip dükkanı devralmışlar ve bu küçük kafe-barı tam da günün ihtiyacına uygun bir yer haline getirmişler. Gündüz kahve ve içki satmayı sürdüren dükkan, geceleri gençlerin parti mekanına dönüşüyormuş.

Bu minvalde epey bir gittikten sonra Szabi Victoria’la evlenmiş ve bir süre sonra mekanı küçük kardeşe bırakarak basıp New York’a gitmişler. İtalya’da olduğu gibi orada da üç yıl kalmış Szabi. Aşçılık ve işletmecilik yeteneklerini geliştirmiş.

“Belki daha da kalırdık” diyor gülerek. “Ama üç yılın sonunda Szili’den bir mektup aldım. Barın eski hızının kesildiğini, New York’ta devam etmeyi düşünüyorsak, dükkandan kurtulup kendi yoluna gitmek istediğini yazıyordu. Döndük tabii.”

Barın arkasına bir pizzacı eklemeleri böyle olmuş. Birkaç yıl bu minvalde devam ettikten sonra, Anyukám Mondta adını verdikleri restoranı açmışlar. Pizzacıyken yerel halkla birlikte Tokaj’den, Miskolc’dan, Kösice’den (ki burada çok sayıda Macar yaşıyor ve Macarlar oraya hala Kassa diyorlar) müşteriler eklenmiş, şimdi Budapeşte’den (200 kilometre uzakta) kalkıp gelenler bile var. Adım adım ilerleyen mucizevi bir öykü. Bir aile işletmesi her şeyden önce. Eskiden çok vardı bu hikayelerden, günümüzde nadir bulunuyor. Yunanistan’da bir tavernada değilseniz elbette.
Yazık ki Anyukám Mondta’ya dönüştükten sonra Encs’in yerlileri yavaş yavaş çekilmek zorunda kalmışlar. Her ne kadar fiyatları Budapeşte ve Miskolc restoranlarının altında, yemekler ve hizmet onlarla kıyaslanmayacak kalitede olsa da, Macaristan’ın en yoksul kasabalarından biri olan Encs sakinleri için yine de pahalı burası.

Vilagbeke’nin bütün malzemesi Encs’deki restoranın mutfağında hazırlanıyor ve gece boyunca hazırlanan yiyecekler sabah beş gibi arabayla naklediliyor. Miskolc’da ikinci ve son pişirimi yapılıyor sadece. Encs’deki restoranın mutfağı demişken, burası bir mutfak olduğu kadar yemek, kurabiye, tatlı vs. araştırmalarının yapıldığı bir laborotuar aynı zamanda. Kendi damak tadlarına uygun draft biraları var. Şarapların bir kısmı kendi markalarını taşıyor ve onlar için özel olarak üretiliyor. Victoria’nın hazırladığı tatlılar muazzam, kahveleri bile farkını hemen hissettiriyor.

Hizmet sektörüne eleman bulmak Macaristan’daki en zor şeylerden biri. Gördüğümüz kadarıyla Macarların pek bilmedikleri ama daha kötüsü önemsemedikleri bir alan. Anyukám Mondta bu konuda da bir okul niteliğinde. Szabi’nin söylediğine göre şu an 50 kişi çalışıyormuş yanlarında. Bunlar çoğunluk onlar gibi mutfak sanatları eğitimi gören gençler. Daha okurken Anyukám Mondta’da çalışmaya başlıyorlar ve aynı zamanda restoranın eğitiminden geçiyorlar. Bir kısmı mezun olduktan sonra da burada kalıyor ve daimi eleman olarak çalışmayı sürdürüyor.

Vilagbeke’deki görüşmeden sonra bir kez daha Anyukám Mondta’nın yolunu tutmak kaçınılmazdı. Bu kez arabasız gitmekte kararlıydık. Önce Busza Tér’den otobüs saatlerine baktım. Neden sonra tren geldi aklıma. Ekim 2019’da güneşli bir sonbahar sabahı evden çıktık, Szinva deresi yanındaki kestirmeden yürüyerek Tiszai garına vardık. Tiszai, Tuna’yla birlikte Macaristan’ın iki büyük nehrinden biri, ancak gar adını nehirden değil 19. yüzyılda aynı adla kurulmuş demiryolu şirketinden almış. Eklektik stildeki gar binası 1901’de mimar Ferenc Pfaff tarafından yapılmış.

Birkaç basamak merdiveni çıkarak iki kanatlı kapıyı açtık ve 1999’da restore ve 2003’de modernize edilen gardan içeri girdik. Bütün bu işler yapılmadan önceki hali nasıldı kestirmek imkansız. Gişeden gidiş dönüş Encs biletlerimizi aldık ve dışarı çıkıp güneşli banklardan birine oturarak etrafı seyretmeye başladık.

Orada otururken aklıma, birgün gelip sabahtan akşama kadar bütün günü garda geçirmek fikri düştü. Çünkü garlar gelip geçenlerin olduğu kadar sabit insanların da mekanıdır. Salt gişe memurlarından, kafelerdeki elemanlardan, yerleri süpüren adamdan, kondüktör ve vatmanlardan söz etmiyorum. Resmi bir görevi olmayan, kayda geçmemiş ama bütün günü o garın çeperinde yaşayan görünmez insanlar vardır. Bir bira parası çıkartmak için uygun insanları kollayanlar, yaşlı birinin bavulunu taşımasına yardım etmek için aportta bekleyenler, kışları ısınmak yazları serinlemek için gelenler, yarı meczuplar, ufak tefek kapkaççılar, emekli tren yolu çalışanları ve daha kim bilir kimler. Miskolc’daki kadar ufak bir garda bile bunlardan bir çoğunu bulabilirsiniz. Benim derdim onları tespit etmekten çok, garın görünmez dünyasında bıraktıkları salyangoz izlerini takip edebilmekti.

Yol çok eğlenceliydi. Bir sürü kasabadan ve ağaçlık alandan geçtik, su kenarlarından dolaştık. 1 saat 20 dakikalık yolucukta bulut, güneş ve yağmur vardı. Işık değişip durdu ve bu da bol bol fotoğraf anlamına geliyordu.

13:30’da Encs istasyonuna indik. Kasabanın ana caddesini dik olarak kesen geniş yol boyunca yürümeye başladık. Önce devasa bir salkım söğüt karşıladı, iki sıra ağaçlıklı yolun bir yanı top sahası, diğer tarafı ise okul binası ve bahçesiydi. Anladığım kadarıyla öğle tatiliydi ve bütün Encs gençliği oradaydı. Ana caddeye varınca sola saptık ve 500 metre kadar yürüdükten sonra restorana vardık.

Aynı yolu yemekten ve şaraptan ağırlaşmış adımlarımızla geri yürüdüğümüzde aradan iki saat geçmişti bile. Açık havadaki banka yayılmış akşam alacasında, güneşin son anda yarattığı ışık mucizelerini seyrederken, Szabi’yle yaptığımız söyleşiyi düşünüyordum. Bundan sonraki hedef neresi diye sorduğumda. “Başka bir yer düşünmüyoruz. Bu işi geliştirmek bizim için yeterli” diye yanıtlamıştı. “Franchising de mi yok?”, diye sormuştum. “Yok” demişti gülerek.

Günümüzde birçok genç onların bu tavrını gabilik olarak yorumlar bundan eminim, dünya barışını sağlayacak güçleri olduğunu sanmıyorum, yine de var olduklarını bilmek hayatı daha çekilir hale getiriyor.

Encs tren istasyonunda oturmuş çevreyi seyrettiğimiz kısa zaman dilimi, tersine dünya gibiydi. her yer ağaçlarla kaplıydı ve dalları arasından tek katlı ya da iki katlı bahçeli evlerin siluetleri görülüyordu. Çayıra yayılmış sessizce geceyi bekleyen köpekler, patikada bebek arabasını süren anne, bisikletle gezen iki çocuk, garın akşamın son mavilikleri içinde yanan kırmızılı yeşilli dur kalk spotları. Kuşların günü uğurlayan feryatlarından başka da bir ses yoktu.

Burada yaşayabilir miydim?

Gönül indirmek, derdi eskiler.
Kolay iş değildir.

Serhat Öztürk – Türkinfo

serhatozturkyazilari.com