Tesadüf, büyüleyici bir kelime. Biliyorum, bazıları öyle bir şeyin olmadığını söylüyorlar. Eğer bağlantılı parçacıkları sonsuzca geriye doğru sararsak, tesadüf diye bir şey olmadığını, her şeyin öyle ya da böyle birbirine eklemlenen kaçanılmazlıkların bir sonucu olduğunu görebilirmişiz. Bir itirazım yok buna, ama serde tembellik var. Kelimenin kendisine de hayranım öte yandan. Tesadüf sözcüğü içeriğindeki uçuculuğu nasıl da zarafetle taşıyor. Süzülüşünü büyülenerek izliyor insan. Derken tesadüfler uç uca…
2017 yılının baharıydı yanılmıyorsam, Kağıthane’de Macar Konsolosluğu’nun yeni mekanının ön kısmındaki Macar Kültür Derneği’ne bağlı sergi salonda “İstanbul 100” sergisi düzenlenmişti. Sergiye gitmemiz tesadüf değildi, çünkü hangi kentte olursak olalım, sergiler daima Sibel’in radarındadır ve ben de bundan nasiplenirim.
Károly Kós ile tanışmamız böyle oldu. Sergiyi gezerken öğrendik, Birinci Dünya Savaşı’nın en civcivli yıllarında, 1917’nin başında; Macaristan’dan beş akademisyen İstanbul’a, bir yıl önce kurulan Konstantinopolis Macar Bilim Enstitüsü’ne gelmişti. Enstitü müdürü sanat tarihi uzmanı Dr. Antal Heller’in başkanlığında çalışmak üzere gelen kadro şu isimlerden oluşuyormuş: Antik dönem arkeologu Zoltán Oroszlán, Bizans uzmanı tarihçi Dr. Peter Ralbovszky, Hıristiyan tarihi uzmanı arkeolog Ferenc Luttor, Bizans uzmanı tarihçi Géza Fehér ve mimar Károly Kós.
Beyoğlu Bayram sokak 23 numarada küçük bir bahçesi de olan iki katlı bir evde faaliyet gösteriyormuş Enstitü. (*) Macar Enstitüsü’ndeki ekip yaklaşık iki yıl kalmış İstanbul’da, İngiliz işgali başladıktan sonra, tası tarağı toplayıp ülkelerine dönmüşler.
İki şey hatırlıyordum sergiden, Károly Kós’un çektiği siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları ve köşede kurulmuş bir perdede, mimarla, ömrünün son döneminde yapılmış bir söyleşinin videosu. Sözcüğü sözcüğüne hatırlamasam da, “Budapeşte’ye gidiyor musunuz hiç?” sorusunu şöyle yanıtlıyordu: “Orası benim tanıdığım şehir değil artık. Yeni binalar, hayvanlar için yapılan kafeslerden farksız.”
Bu tespite güç katan, mimarın Erdel’de, ormanın içinde yaptığı kendi evinden görüntülerin sözcüklere eşlik etmesiydi. Öyle bir evdi ki bu, ormanın içinde, bütünüyle onun bir parçasıymış gibi duruyordu.
Doğrudan değildir elbette, ama İstanbul’u terk etmeye karar vermemde, birçok şeyle birlikte o sözün de payı vardır diye düşünmekten hoşlanıyorum. Bir zaman o evi ve sözleri anlattım durdum çevremdekilere, sonra genellikle olduğu gibi, anıları bir sis perdesinin içinde yitti. En azından ben öyle olduğunu sanmıştım.
Ne yalan söylemeli, bu Macarların, dernek işini, Avrupa’daki savaşın boğuntusundan kaçmak için uydurduklarını düşünmüştüm ki, Tamás Pintér, Károly Kós’un biyografisinde onun, “yeteneklerinin savaş alanında yok olmaması düşüncesiyle burslu olarak İstanbul’a gönderildiğini” yazar. Ama işin boyutu çok daha genişmiş aslında, ben o sıralar bunu bilmiyordum.
Yaz sonuna doğru, Kadıköy-Karaköy iskelesinin üst katındaki kitapçı-kafede bir ahbabımla buluşmayı beklerken rastladım Károly Kós’un “İstanbul – Şehir Tarihi ve Mimarisi” kitabına. İlk baskısı 1995’teymiş, yeniden çevrilip yayımlanmış, daha mürekkebi kurumamıştı. Hemen alıp okumaya başladım.
Öncelikle sadece bir mimar değil, yazar, etnolog, illüstratör ve Erdel’in bağımsızlığı için savaşmış bir politikacıydı Kós. Bizans dönemi İstanbul’u üzerine tespitleri, eski kenti mimar gözüyle haritalar ve gravürler üzerinden okur için yeniden kurması, kentin Bizans döneminde Slavlaşması ve Slav ulusların kent üzerindeki közlenmeyen arzuları üzerine tespitleri; 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı İstanbul’uyla ilgili gözlemleri; Sirkeci Garı’nın şehre verdiği zarar ve İstanbul’un geleceğiyle ilgili projeksiyonları, Osmanlı mimarisinin nev-i şansına münhasır özelliklerini saptama çabası, büyük şehirlerin insanlığı mimari ve kentsel düzenleme anlamında nasıl bir çözümsüzlüğe ittiğiyle ilgili tespitleri; “Bugünün şehri budur, bugünkü tarzsızlığın kendisi gelecekte tarz haline gelecektir” öngörüsü…
Öte yandan bu bakışı gölgeyen bir tül de vardı kitabı okurken hissedilen. Tamam ulusal mimari akımının ve halk sanatının yılmaz bir savunucusuydu Kós, ama kitap ondan da öte mitik bir ülkeye, Turan’a yapılan göndermelerle doluydu. Hamamlar konusunda söyledikleri -“Osmanlıların bu bina türünü kendileriyle birlikte Doğu’dan getirdikleri”- örneğin… Ya da mimari alanda Anadolu’da varolan başka halkların ve bunların Osmanlı İmparatorluğu içindeki mimari güçlerinin hesaba katılmaması…
Kós İstanbul’u gezdiğinde belli ki Turan efsanesinin ve bununla bağlı bir ideolojinin etkisindeydi.
Peki ama Turancılığa nereden kapılmıştı Kós. İstanbul’da geçirdiği o kısa süre içinde mi gerçekleşmişti bu? O sıralar, Turancılık üzerine kitap taraması yaparken, “Macar Turancıları” diye bir kitap gördüğümü anımsıyorum, ama araya uzun bir seyahat ve hayat gaileleri girdi, neredeyse bir yıllık gecikmeyle okuma şansı buldum kitabı. Biz Turancılığı Türk milliyetçilerinin bir buluşu -belki de tek özgün buluşu- olarak bellemiştik, meğer o da ithalmiş.
Özetlersek, Macarlar 19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı karşısında bir ulusal kimlik arayışını öne çıkarmışlar ve bağımsızlık mücadelesi başlatmışlardı. Batı’ya yüz yıllar boyu sınır bekçiliği yapmış ama hep parya muamelesi görmüş olduklarına inanıyorlardı. Köklere dönme ve oradan yeni bir başlangıç yapma arzusuyla dolu aydınlar vardı ortada. Bunlardan biri 1869’da yayımlanan ve Macarca Fin-Ugor dil grubuna mı, yoksa Türk dillerinin egemen olduğu Ural-Altay dil grubuna mı aittir makalesiyle tartışmanın fitilini ateşleyen Türkolog Ármin Vámbéry idi. Bu zat daha sonra Turan ideolojisinin geliştirilmesinde de önemli rol üstlenecek ve Turan Cemiyeti’nin başkanlığını da yapacaktı.
Tartışma kısa sürede siyasal bir nitelik kazandı. Mitoloji zaten oracıktaydı: Hun kavmini o kadim Doğu’dan Batı’ya taşıyan dişi geyik Enek. Sonra coğrafi olarak bir Turan saptanmasına girişildi. Bunun için İran mitolojisinden yararlanıldı. “Tarihsel olarak İran krallığınının kapsadığı toprakların kuzeyinde kalan bölgelere, Hazar Denizi, Aral Gölü, Amuderya ve Siriderya nehirleri arasında kalan bozkırlara Turan adı verilmiştir. İran mitolojisi Turan’dan karanlıklar ülkesi olarak söz eder. İran-Turan ayrımı aynı zamanda iyilik ile kötülüğün kamplaşmasının simgesidir.”
1910 yılında Macar toplumunun önde gelen bilim insanlarının, siyasetçilerinin ve yazarlarının bir araya gelmesiyle Turan Cemiyeti kuruldu. Türkiye’deki Turan Neşe-i Maarif Cemiyeti’nin kuruluşundan bir yıl önce. 1916’da adının başına Macar Doğu Kültür Merkezi ibaresi eklenerek genişletildi. Kitabın yazarının son derece yerinde tespit ettiği gibi: “Böylece Doğu’daki akraba halklar üzerine ekonomi, bilim, tarih, edebiyat ve kültür alanlarında araştırma yapmanın kurumsal çerçevesi ortaya çıkarıldı.”
Doğulu halkların en Batı’daki bu temsilcisi şimdi dönüp “kardeşlerine” öğrendiklerini pazarlayabilirdi. Macar Turan hareketinin hedefindeki ülke Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Macar Turancılığı’nın İkinci Dünya Savaşı başına kadar lideri olarak ön plana çıkacak Pál Teleki başkanlığında üç kişilik bir heyet İstabul’a yaptıkları resmi ziyaret sırasında, Türkiye ile Turancı ilişkilerin gelişip güçlendirilmesi amacıyla Türk-Macar Dostluk Cemiyeti’ni kurmuşlardı.
İlk adım eğitimde atıldı alışılageldiği gibi. Önce kadroların yetiştirilmesi gerekiyordu. Budapeşte’de faaliyet gösteren Turan Cemiyeti, İstanbul’da kurulan Tahsil-i Sanayi Cemiyeti’nin desteğiyle Türkiye’den pek çok genci Budapeşte’ye öğrenci olarak getirmişti. Bunlar ağırlıklı olarak ziraat ve mühendislik alanında eğitim görmüşler ve İstanbul’a döndüklerinde -1921 yılına gelindiğinde sayılarının binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor- Eğitimini Macaristan’da Gören Türk Öğrencileri Cemiyeti’ni kurmuşlardı.
Sonra savaş bitti ve mağlupların tarafında kalan iki ülke de kendi canının derdine düştü. Turancı ideoloji, dünyanın kuşanmaya başladığı kara renkle birlikte -bütün milliyetçi ideolojilerin sonu bu değil midir zaten- giderek hızlanan bir tempoda ırkçı temizliği destekleyen faşist bir çizgiye savruldu. Ama bu arada Türk kardeşlerinin haklarını da savunmayı ihmal etmiyorlardı. Kitaptan takip edelim: “Macar Turancılarına göre faşizmin tüm koşulları genç Türkiye’de mevcuttu: tek lider, tek parti, tek kitle örgütüyle Türkiye, ideal faşist yapılanmaya sahip bir ülkeydi. Dahası Macar Turancıları bu yeni rejimin faşizmi yarattığı söylenen İtalya’dan önce hem de savaş meydanlarında ortaya çıktığını iddia ediyorlardı.”
Károly Kós’un İstanbul kitabının çevirmeni ve Macar Turancılığı kitabının yazarı Tarık Demirkan adıyla ilk karşılaşmam böyle oldu. Sonra hiç aklımda yokken Macaristan’ın kuzey doğusunda bir ev satın aldım. Károly Kós ’un yaptığı ve onun adıyla anılan bir ev de vardı şehirde. Zaman içinde yolum parka düştüğünde ya da Avaş Tepesi’ne tırmanmaya karar verdiğimde, o evin önünde oyalanmayı ve ihtiyar adamı düşünmeyi alışkanlık haline getirdim. Derken Budapeşte’de, hanidir görmediğim bir ortaokul arkadaşımın izini buldum. Meğer o, Tarık Demirkan’ın kurup yönettiği Türkinfo’da çalışıyormuş. Bizi tanıştırdı ve bu yazıları yazmaya başladım.
Diyeceğim, hayat bazen çok acayip bir şey olabiliyor.
* Bu sokak günümüzde Büyük Bayram sokak ve Küçük Bayram Sokak olmak üzere ikiye bölünmüş durumda. İstanbul’un sigorta şirketleri için çalışan Pervetich’in haritalarında Küçük bayram sokakta bir 23 numara yok. Tahminen 23 numara Büyük Bayram sokak ile Balo sokağın birleştiği köşede olmalı, ama Pervetich’in 58 numaralı paftası kayıp olduğu için kesin bir şey söylemek zor.
Serhat Öztürk – Türkinfo