Karnavaldan farsanga: Bir maske takın bana

 

Bazen sabaha karşı zihnimde bir görüntüyle uyanırım. Kimi zaman bir rüyadır bu, ya da daha önce üzerine düşünülmüş ve arka planda çalışmaya devam etmiş bir şeyin yankısı.

O sabah, karanlık odaya gözlerimi açtığımda, kuyudaki aksine bakıp ondan büyülenen genç Narkissos’un imgesi dönüp duruyordu zihnimin içinde. Tabloyu bir süre önce gezdiğimiz Macaristan Ulusal Galerisi’nde görmüştüm. İyi de niye şimdi, onu anımsayarak uyanıyordum ki? Biraz düşününce kuyu sözcüğü ağırlık kazandı. Resimde bir duvar vardı ama ona kuyu denebilir miydi?

Yanımdaki insanı uyandırmaktan korkarak, huzursuzca döndüm yatakta. Kuyu olmalı diye düşündüm. Sonra daha da ileri giderek ressam Lacan’ı biliyor olmalı diye savladım -bir kere bir düşünceye takıldıysanız peşi sıra başkaları da sökün edecektir-, çünkü Lacan’ın ayna kuramına uyan bir imgeydi bu. En azından klasik mitolojide anlatılan su kenarından çok daha fazla uyan, diyebilirim. Çünkü baktığın o su (ki aynadır aslında), aynı zamanda senin asla varolmayan mükemmelliğinin (ego’nun) kurmacasıdır ve bu durumda bir kuyuya bakmaktan söz etmek daha doğru olur. Ressam da bunu mu görmüştü? Duvarın durduğu yerin muğlaklığı, karanlık içinde düz bir duvar mı yoksa bir dairenin parçası mı olduğunun anlaşılmaması… Peki Lacan’ın, yüzüne ayna tutulduğunda, evrenin büyük uyum’undan kopan bebek imgesi nereden geliyordu? Acaba Rilke’nin Duino Ağıtları’yla bağlantısı var mıydı?

“Bütün gözleriyle görür açık olanı

yaratık. Yalnız bizim gözlerimiz tersine

dönmüş gibidir, birer tuzak…”

Buldumcuk olmak derler. Ben de buldumcuk olmuş, içim içime sığmaz yatıyordum yatakta. Gürültüyle bir otobüs geçti. Kalktım. Hava bir süre önce aydınlanmıştı. Kısa birkaç not aldım deftere, internete bakıp ressamın adını buldum: Gyula Benczur . Bu arada şahane teorim de zamansal olarak çökmüştü, çünkü resmin yapılış tarihi, Lacan’ın kuramını geliştirmesinden bir hayli önceydi: 1881.

Koyu bir kahve (fekete, diyor Macarlar) içip çıktım. Arabayı çıkarmak için bahçe kapısını açarken ara ara rastladığım çocuğu gördüm caddenin karşısında. Sabahın köründe arkasında, hani şu teyzelerin pazar yerlerinde kullandıkları tekerlekli arabalardan birini sürükleyerek- o kapıdan bu kapıya seyirtiyor ve posta kutularından içeri, resmi makamlar tarafından yayımlanıp bedava dağıtılan Miskolci Naplo gazetesini tıkıştırıyordu. Harçlığını çıkartmaya çalışan bir öğrenci olmalıydı. Neşesiz, otomatiğe bağlamış bir öğrenci. Bir kez daha yanılmıyorsam eğer.

Neden sonra eve döndüğümde, posta kutusundan gazeteyi aldım ve kahvaltı faslına geçtik. Pazar gazeteleriyle yayılıp kahvaltıyı uzatmak, geldiğimiz yerdeki kültürümüzün bir parçası olduğu için, her ne kadar pek bir şey anlamasak da, pazar günleri çocuğun dağıttığı o Macarca gazeteye de bakıyorduk işte.  Şubat ayının ortalarında gazetenin içinden bir broşür çıktı. Üzerinde Becherovka sponsorluğunda Miskolci Farsang!, yazıyordu. Farsang, fasching, karnaval bağlantısını kurmamız zor olmadı. Zor olan Miskolc’de bir karnaval yapılıyor olması düşüncesine alışmamızdı.

Son çaylarımızı da içtikten sonra ahir zaman tanrısı google’a başvurduk tabii. Bir perhiz öncesi karnavalıydı bu. O zaman aydım. Üç yıl önce Avrupa gezisine çıktığımızda, Selanik’te rast gelmiştik buna. Oradaki adı Apukurya, idi. İnsanlar bütün sokaklarda mangallar yakmış deli gibi et pişiriyorladı. Bütün şehir et kokuyordu ve girdiğiniz restoranlarda da etten başka bir şey servis edilmiyordu. Et çılgınlığı ya da gözünü et bürümüş olma hali denebilir kısaca. Sonra ete tövbe, sonra gene et. İlginç bir akıntı. Yazılanlardan anladığımız kadarıyla Miskolc’deki versiyonunda, özel bir yemek de söz konusuydu.

Kocsonya :  Havuç, sarımsak, soğan, tuz-karabiber, temizlenmiş domuz paçalarıyla birlikte bir tencereye doldurulup etler pişene kadar kaynatılıyor. Sonra pişmiş malzeme, ayıklanmış etlerle birlikte kaselere konuyor, tenceredeki su bir tülbentten süzülüp, kaseler ağzına kadar bu suyla doldurulup, donmaya bırakılıyor. Ters çevrildiklerinde, bir jöle tepeciğinin içinde mucizevi şekilde boşlukta duran etler ve havuçlarla karşılaşıyorsunuz.

Karnaval deyince Bakhtin’den okuduklarım vardı aklımda: Öncelikle antikitenin bir fenomeni. Son altın çağını Rönesans’ta yaşamış ve 17. yüzyılda öldürülmüş. Şöyle bir şeyden söz ediyoruz özetle: Karnaval başladığında, bilinen dünya sona eriyor. Hizmetçi krala, kral hizmetçiye dönüşüyor. İlahileri keşler okuyor ve piskoposlar sokaklarda eşşek gibi anırarak dolaşıyorlar. Hiyerarşi kalkıyor; herhangi bir iktidardan, otoriteden söz edemiyoruz karnaval sürdüğü müddetçe. Oyuncuları yok, seyircileri de, o an orada olan herkes karnavala dahil ve onun doğal bir parçası. Birkaç gün boyunca “hayatın” askıya alındığı bir süreç. Avrupa’nın bazı merkezlerinde birkaç günden de öteye taşıyor. Ortaçağ’da yılın üçte birinin karnaval zamanı olarak kutlandığı yerler var, Köln gibi. Haliyle şizofren bir hayat. Fotoğrafın beyazı ve arabı arasında bir tahterevallide yaşamak gibi. Bugünkü algımızla anlamamız çok kolay değil. Hatta imkansız. Tavşanın suyunun, suyunun, suyundan söz ediyoruz olsa olsa, şimdi karnaval dediğimizde.
Yine de hevesleniyor insan işte. Hele uzun sürmüş bir kıştan sonra, karnavala iki gün kala ortalık günlük güneşlik olmuş, sıcaklık on derecenin üzerine çıkmışsa… Baharın gelişini kutlamak, kışın kıçına tekmeyi basmak için (ki severiz kendisini) bir meydanda, toplu bir şekilde, maskeler takarak yürüyüp, yiyip içip zıkkımlanarak, dans edip hep bir ağızdan şarkılar söyleyecek olmak… Bir Bosch tablosundaki gibi olmayacak dünya eyvallah, ama yine de o durgun caddeden bir başka kalabalık akacak.

Eyvah ki karnavalın başlayacağı sabah, bir kuzey rüzgarı geldi ve şehri lime lime kesmeye başladı. Güneş oradaydı, ama etkisiz elemandı artık. Dörtteki geçit törenini yakalamak için çıktık. Günlerdir süpürülüp toplanan yaprakların tekrar şehre savrulduğu sokaklardan geçtik, üstlerine bir de kırılmış kuru ağaç dalları eklenmişti ve kimi kepenklerden savrulan parçalar.

Geçit töreni eğlenceliydi. Önde, tamamen elektrikle çalışır hale getirilmiş eski bir kırmızı Vosvos ve onun arkası sıra aka kortej: Tahta ayaklar üzerinde başı göğe ermiş maskeli gulyabaniler, soğuğa aldırmaksızın mini etekleriyle ellerindeki sopaları çeviren, atıp tutan kızlar, maskeleriyle ve daha sonra geleneksel danslarıyla ilkokul öğrencileri, tam takım bir Haçlı ordusu; karnavalesk ruha uygun  dört kişilik bir Kletzmer grubu, iştah açıcı yemekler, bol sıcak şarap, sıcak meyve şarapları, palinka – nedense bira yoktu. Hediyelik eşyalar elbette ve Szinva deresinin olduğu alana kurulmuş, etkileyici lunapark. Şahane imbiss arabaları gördük: Renkler, modeller, üstlerinin açılır kapanır olması, hatta bazılarının adları: Yemek Mafyası!

Şehrin gündelik rutininde görmediğimiz çeşitli toplumsal kesitlerden insanlar vardı. Bunu da karnavalın herkesi bir meydanda, bir sokakta birleştiren artı hanesine yazmalı.
Soğuk hiç bitmedi. Kışın o kadar soğuk olmamıştı kesin olarak söyleyebilirim. En azından gündüzleri. Kışı kovmak o kadar kolay değil mi demek istedi, yoksa kuzeyin kadim dilini unuttuğumuz için ne dediğini anlamaktan mı acizdik bilemiyorum.

Ancak son akşam, pazar günü, içimize yün fanilalar, altımıza uzun donlar çekerek Varoshaz’daki son konseri izlemeye gittiğimizde, o yıldırıcı soğuktan geriye bir şey kalmamış olduğunu fark ettik şaşkınlık içinde. Bütün hışmı farsang’aymış belli ki. Son konser eğlenceliydi, Önce uzaktan bakıyorduk, yediğimiz şahane domuz etlerini hazmetmek için sert bir şeyler yuvarlarken ve “vay be Mick Jagger gibi bir solist” var sahnede diye düşünüyorduk. Sonra kısa-küçük dans adımlarıyla, ön tarafta daha bir kafası tütsülenmiş- çılgınca dans eden gruplara yaklaşırken – kazağını çıkarıp tişörtle kalmış olan solistin dehşetengiz göbeğini görünce afallayıp kaldık. Yine de iyi iş çıkardılar. Özellikle solistin grubun diğer elemanlarını tanıtırken attığı uzun nutuklardan anladığımız kadarıyla, belli ki kendi aralarında da çok eğleniyorlardı.

Dönüş yoluna geçtiğimizde, komik karnaval-soytarısı şapkasıyla, elindeki bir tahta kemanı çalıp ağzıyla keman sesleri çıkartan soytarı saymazsak eğer, o eski büyük karnaval geleneğinden geriye kala kala maskenin kaldığını düşünüyordum. Öyle anlaşılıyordu ki, maske de ekmek, su gibi bir şeydi insan için. O sıra dank etti kafama mitolojideki Narkissos hikayesi gerçeğin küçük bir bölümüne işaret ediyordu.

İnsan kendini suretine aşık mıdır? Hiç sanmıyorum. Kendimizi beğenmemiz -ömrümüz boyunca süren kısmından söz ediyorum elbette, daha çok bir mecburiyetin aczidir. Düşünsenize ne çok insan yüzünü değiştirmeye çalışır boyalarla, takılarla, piercing’lerle, ameliyatlarla, dövmelerle; takılan tırnaklar, kirpikler, aldırılıp kalemle yeniden yapılan kaşlar, değiştirilen kulak memeleri, büyütülüp küçültülen memeler; ekilen, boyanan, kazınan saçlar; küçültülen ayaklar, uzatılan boyunlar, sünnet, göbekten yağ çektirmeler, solaryumlar, halhallar, vücuttan kemik aldırmalar…

Bir aşk hikayesi mi bu?

Maske özgürleştiricidir. Dylan Thomas’ın dizesi aklımda: Bir maske takın bana.

Neden özgürleşiriz? İçine tıkıldığımız bu bedenden. Bu yüzden olsa gerek bulabildiğimiz her fırsatta kaçmaya çalışırız ondan. Örtünmenin bunca taraftar bulmasının altında yatan ile maskelere duyulan arzu arasında bir bağ kurulabilir mi, siyasal bağlantılarından soyarak konuşmayı deniyorum elbette; artık ne kadar soyulabilirse.

Beden en büyük hapishanedir.

Her sabah karşımızda bulduğumuz, o aşina yabancı.

 

Serhat Öztürk – Türkinfo