Bilmediğiniz bir şehirde dolaşmak öncelikle sağa sola savrulmakla ilgilidir. Kenti tanımak için şarttır bu: ara sokaklara dalmak, tepelere tırmanmak, kestirmelere heves etmek, çıkmaz sokaklarda kaybolmak. Sürecin sonuna yaklaştığınızda günlük yürüyüş rotalarınızı da belirlemiş olursunuz. Kimileri işlevseldir, kimileriyse bütünüyle keyfe keder; evden çıktığınızda o günkü halet-i ruhiyenize göre bu güzergahlardan birini tutturup, yola koyulursunuz.
Bu aynı zamanda yeni ve daha başka bir dikkat demektir. İlk başta o yollardan geçerken baktığınız/gördüğünüz şeylerle, bu kez bir yürüyüş rotası olarak kullanmaya başladığınızda baktığınız/gördüğünüz şeyler başkalaşır. Zaman içinde tek tek binalara, bahçelere, ağaçlara, kahvelere, insanlara, heykellere, kapılara bakmaya başlarsınız. Tam hangi aralıktır o, genellikle bilinmez, ama şanslıysanız bunlardan birinin peşi sıra sürüklenirsiniz. Ben kapılara takıldım ve geçtiğim yerlerde ilginç bulduğum kapıların fotoğraflarını çekmeye başladım. Böylece günlük rutinim yeniden bozuldu ve şehrin dört bir tarafına savrularak ilginç kapıları bulup fotoğraflama hevesine kapıldım.
Mermer merdivenle çıkılan üç yanı heykellerle bezeli kapılar, hiçbir koruma duygusu vermeyen cam kapılar, arkadaki büyük avlulara açılan ve gerektiğinde yük arabaları da girebilsin diye tasarlanmış şişman kapılar, ırzına geçilmiş kapılar, resmi kapılar, vitraylı kapılar, kapı kapı içinde kapılar, kırık kapılar, ince uzun kapılar, alarmın gölgesindeki kapılar, bahçe kapıları, mahzen kapıları, karnıyarık kapılar, grafitili kapılar, kimsesiz kapılar…
Rutin yürüyüş rotalarıma döndüğümde kendime sordum: Neden kapılar?
Epey bir yürüdükten sora anladım ki, tam da şu nedenle demek hiç kolay değil. Kapı dediğin dallı budaklı bir mevzu. Hemen bir çırpıda birden fazla faktörden söz edilebilir: Şehrin hangi yönüne yürürsem yürüyeyim bir kapıdan geçiyor olmam kuşkusuz etkenlerden biriydi: Kuzeye gidersem Szentpeteri kapu, Doğuya yürürsem Zsolcai kapu, Güneye doğru yolu tutmuşsam Csabai kapu ve dümeni batıya kırmışsam Györi kapu.
Bir diğeri Macarca “kapu” ile günümüzdeki evrilmiş haliyle Türkçe “kapı”nın birebir aynı kökten geliyor olması olabilir. Orta Asya’dan buraya yürüyüp gelmiş bir sözcük kapu. Zaman içinde kullanıldığı yerler, kullanım şekli, biçimi, malzemesi vs. değişmiş elbette, onunla ilgili imgeler de öyle. Ama bir de binlerce yıldır varlığını sürdüren, kapu denince hemen akla gelen temel imgeler var sağırısında. Kim bilir benim bilinçaltımda da ne türden çağrışımları vardı.
Kapı bir evi, yani yuvayı, yani korunaklı bir alanı işaret ediyordu hanidir oyulmuş yuvasındaki zihin deliğimde ve belli ki benim de nice diğerleri gibi, kapının bu yanı ile öte yanı arasında bir takım sorunlarım vardı. Çocukken binbir güçlükle itip, sonra içine girmekten korktuğum Kreuzberg kapısıyla, Cağaloğlu’ndaki Duyun-i Umumi binasının gulyabani kapısını da kişisel olarak bu listeye ekleyebilirim. Kapı korkutucudur!
Bir ömür boyunca, her gün o kapıların önünden körlemesine geçen bir Miskolclu’nun bakışı değil elbette; gördüklerinin sıradanlaşmaya başlamasından ürken bir yabancının bakışı benimkisi.
Yürürken geçtiğim kapılar, şehrin surlarla çevrili olduğu dönemin kente giriş çıkış kapılarıydı, bugün onlardan geriye isimlerinden gayrı pek bir şey kalmamış. Bu kapılar tarihsel dönemlerine göre savunma, güvenlik, kamu sağlığı, ticaret, vergilendirme ve törensel faaliyetler için kullanılmış zamanında. Kent surlarla çevriliyken ve gece sokağa çıkma yasağı başladığında, insanlar evlerindeki küçük kapıların ardına sığındıklarında, nöbetçiler de şehrin büyük kapılarını kapatırlardı. Vaktinde kente varamayanlar ya da zaten şehre ait olmadıkları düşünülenler surun dibinde, bu büyük kapıların dibinde, yaktıkları ateşin başında toplanır, dört bir yandan devşirilmiş hikayeler anlatarak beklerlerdi günün ilk ışıklarını. Ateş, kapının en eski biçimlerinden biri.
Giriş çıkışın ön duvardan yapılmaya başlanmasıyla, kapı olarak hayvan postu ve ahşap kullanılmaya başlanmış. Milattan önce 4-5 bin olmalıymış. İlk taş kapılara M.Ö. 2 binlerde Asya’da rastlanıyormuş. Demir ve bronz kapının tarihçesi M.S. 6. ve 9. yüzyıllar arasına tarihleniyor. İlk döner kapı 1881’de Almanya’da üretilmiş. Polymer kapı 1909’da Amerika’da patent almış. 1932’de fiberglas kapıları görüyoruz ve 1970’lerden itibaren çelik kapılar giriyor hayatımıza. Böyle bakınca bir ilerleme var gibi. Oysa çelik kapılar, taklit edilemez anahtarlar, sadece daha büyük bir güvenlik endişesine işaret ediyor. Üstelik geldiğimiz noktada mesela Floransa’daki katedralin kapısını yapacak ustalıktan yoksun olduğumuzu da kabullenmemiz gerekiyor.
Kapı-kilit korunma arzusuyla doğmuş olabilir, ama zaman içinde giderek bir saklama boyutu da kazanmış belli ki. Bunun için de saklanacak bir şeylerin olması gerekir. Tarihçilere bakılırsa ilk kez Roma döneminde bazı odalar, dolap ve sandıklar kilitlenir hale gelmiş.
Yoksa kapı varsa kilit de kaçınılmazdır, denebilir mi? Sanmıyorum. En azından bunun tersinin bir yaşam kalitesine işaret ettiğini savunan çok insana rastladım yaşarken “O zamanlar kapımız açıktı” derler; ya da giderek daha nadir görüldüğü şekliyle “Burada bütün kapılar açıktır”.
O evlerde çalınacak bir şey var mıydı? Üzerine düşünülmesi gereken bir sorudur. Kilidin yeniden revaçta olması, 18. yüzyılda burjuvazinin ortaya çıkışıyla bağlantılıdır. Bir yandan da giderek belirginleşmiş sınıfsal bir niteliği vardır kapının. Hizmetçi kapıları vardı eski evlerde, şimdi New York’taki büyük projelerde yoksullar için aynı binada farklı giriş kapıları yapıldığını öğreniyoruz. Masaldaki tekerleme gibi, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, gide gide bir arpa boyu yol gitmişiz. Ama kapı daima gösterge olmuştur bir yandan da. Sadece dış kapıların ihtişamında değil üstelik, iç kapıların varlığında da: Saklanacak şeyler arasına bedenlerimiz de giriyor çünkü bu eşikte.
Kapılar, kilitler, açık ki bir koruma-korunma ihtiyacının enstrümanları.
Peki, koruyabilirler mi? Her kilit onu açacak olan için bir meydan okuyuş değil midir aynı zamanda; kaba güce ya da devletin resmi görevlilerine direnecek bir kapı hiç varoldu mu?
Demek ki daha çok psikolojik bir eşikten söz ediyoruz, kapı derken. Sanal bir güvenlik şemsiyesinden. Daha da önemlisi böyle yaparak kadim bir dilemmaya çanak tutuyoruz ister istemez: Kapı bizi dışarıdaki kötülüklerden mi uzak tutar, yoksa gönüllü hapishanemizin belli başlı nesnesi mi sayacağız onu? “Mekan korkunç bir dışardalık – içerdelikten başka bir şey değil” diye yazarken, Gaston Bachelard tam da bunun altını çizmeye çalışıyordu.
Bir kapıdan bir kapıyadır ömrümüz bir yandan da. Bütün olarak da kesitler halinde de düşünülebilir. Nice kapılardan geçtikten ve nicesi yüzümüze kapandıktan sonra gelir bir kapının önünde dururuz yine, açılacağını umarak. Umut dediğimiz, biraz da kişisel deneyimlerimizi askıya alma hali değil midir? Kapılardan geçtikçe, açılmayan kapıların çoğaldığını görürüz-biliriz aslında, yine de kapıları çalmayı sürdürürüz. Yoksa, insan yeniden uyanacak ve günü bitirecek gücü bulamaz kendinde. Kaldı ki, bir büyük yolculuğun parçası olduğunun bilinci de bu direnç noktasıdan geçer. Yoksa insanın olduğu yerde ama şu kadar ama bu kadar zorbalık da hep bir yaşam alanı bulacaktır. Zorbalığın olduğu yerde ,kapıların kapalı olacağını söylemeye, gerek bile yoktur.
İçerisi ile dışarısı arasında bölünmüş bir dünyada, bunun nesnesi kılınmış kapının dibinde yaşıyoruz. Sokağa methiye düzenlerle, evin gölgelerinde gezinenler saf tutmuşlar. Kapının aynı zamanda bir geçit yeri, bir eşik de olduğu unutulmuş neredeyse.
Bölünme üzerine kurulu bir dilin içinde sıkışıp kalıyoruz daima.
Oysa en cazipleri daima hafifçe aralık olan kapılardır. Onların bitmek bilmez davetkarlığı.
Serhat Öztürk – Türkinfo