Umberto Eco on yıl önce yayımlanan bir yazısında, 1980’lerde New York’ta yetişen çocuklar arasında yapılan bir anketten söz ediyordu; süpermarketlerde satılan kutulanmış sütü, Coca Cola gibi yapay bir ürün zannediyorlarmış. Şimdi 2021’deyiz ve bu o kadar da şaşırtıcı gelmiyor bana doğrusu. Satılanın gerçek süt olduğuna nasıl emin olabiliriz ki?
Ben de büyük bir şehirde doğup büyüdüm ve insanlarla hayvanların ilişkilerinin bu kadar hızla başkalaşacağını düşünmemiştim. Hayır, demek istediğim eskiden iyi bir ilişkimiz vardı da şimdi bozuldu gibi bir şey değil. Başkalaştı. O sıralar kedi ve köpekler her yerdeydi. Haftada bir sokağa kurulan semt pazarlarına canlı tavuk ve horozların tıkıştırıldığı kafesli arabalar getirilirdi. Oradan bir tavuk beğenirdiniz, satıcı kadın onu kafesten çıkarır, arabanın kenarına çömelip kafasını kopartır ve hızla tüylerini yolmaya başlardı. Kurban bayramlarında kocaman sığırların dört beş kişi tarafından ayaklarına ip atılarak yıkılmalarını ve çıkardıkları korkunç böğürtüleri, toprağın üzerinde bir süre canlıymış gibi durduktan sonra çökerek soluklaşan kanı, boşluğu tekmeleyen ayakları hepimiz görmüştük. Sakalar eşeklerle su taşırdı ve at arabalarına koşulu kakidi çıkmış şiş göbekli atların hali haraptı. Mahalle çocuklarının sapanla kuş avlama partilerini saymıyorum bile. İnsan toplumuna aittik ve ilişki böyle kurulmuştu. Judith Schalansky “Ücra Adalar Atlası” adlı şahane kitabında, 1908 yılında Norveç’in 390 kilometre kuzeyinde, kuşlarıyla ünlü Ayı Adası’na gelen Alman kuş severleri anlatır. Sevgilerini göstermek için tüfeklerini kullanırlar.
Bütün bunlar Prof. Dr. Melek Çolak ve Dr. Levente Jávorka’nın birlikte hazırladıkları “Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Türkiye’de Hayvancılık Politikası ve Bir Macar Uzman Oszkár Wellmann” kitabını okurken geldi aklıma. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında çok sayıda Macar gelmiş Türkiye’ye. Péter Móricz, 1929 yılında Turán dergisinde yayımlanan “A mai Törökország”makalesinde, sadece Ankara’da 600 Macar’ın çalıştığını bildiriyor. Mikusch von Dagobert ise aynı tarihlerde 700-800’ü şeker sanayiinde olmak üzere Türkiye’de yaşayan Macarların sayısını dört-beş binle ifade ediyor. İnsan kendi kendine sormadan edemiyor, Oszkár Wellmann’ı bunca isim arasında öne çıkartan meziyet neydi, diye. Albert Bartha var mesela, dört yılını Türkiye’de geçirip atçılığımızın gelişmesine büyük katkı sağlamış. Niye Bartha değil de Wellmann?
1876’da Szászrégen’de dünyaya gelen ve 1943 yılında Budapeşte’de ölen Wellmann, 20. yüzyılın başında Macaristan’da doktora ünvanı alan üç veterinerden biriydi. Wellmann, bilimsel çalışmalarında biyolojik ve kalıtım bilimsel sorunların çözümüne ağırlık verdi. Hayvanlar için soy kütüğü sistemi geliştirdi. “Büyükbaş Hayvanların Eleştirisi ve Soy Kütüğünün Hazırlanışı” adlı çalışması hayvan yetiştiricileri ve soy kütüğü kuruluşlarının yöneticileri için yeri doldurulmaz bir başvuru kaynağı olmuştu. Bu sayede büyükbaş hayvanlar tüm ayrıntılarıyla tasvir edilebiliyor ve en değerli olanları seçmek ve onları daha işlevli hale getirmek için çalışmak kolaylaşıyordu. “Otuz yıl boyunca birbirini izleyen veteriner kuşaklarını zootekni konusunda bilgilerle donatmış ve eğitmişti. Binlerce veterinere meslek yaşamlarında yol gösterici nitelik taşıyan zengin bilgiler aşılamış ve önemli görevlerinde onlara temel oluşturacak deneyimler kazandırmıştı. Wellmann daha o zaman hayvan ürünleri üretimi hakkında kapsamlı bilgi sahibi olmanın ve veterinerlik faaliyetlerinin zootekninin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmesinin iyi bir veterinerlik eğitiminin vazgeçilmez koşulu olduğunu anlamıştı. Onun hocalığı döneminde zootekni eğitiminin sınırları geçmişe oranla önemli ölçüde genişlemişti. Çalışmaları zootekninin tamamını kapsamakla birlikte Wellmann, özellikle her bakımdan üstün bir uzmanlık sahibi ve bilgesi olduğu sığır yetiştiriciliği alanındaki çalışmalarıyla tanınmıştı” Öyle ki 2. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, Macar Soy Kütüğü ve Ürün Denetim Sistemi Avrupa çapında örnek bir sistem olarak anılır olmuştu.
Yani Wellmann çok önemli bir adamdı, çünkü öküzün boynuzları üzerinde duran et sanayiinin 20. yüzyılda yaptığı niteliksel sıçramada müthiş bir rol oynamıştı. “Sığır yetiştiriciliğinini bilgesi” kolay hak edilecek bir ünvan olmasa gerek.
Büyükbaş hayvanlar üzerine fikrim daha çok kovboy filmleri tarafından şekillendirildi dersem yalan olmaz. Uçsuz bucaksız çayırlarda dolaşan hayvan sürülerinin yer aldığı fonda, ne çok sığır çobanı hikayesi izledim. Doğa içindeki yaşama ve göçebe hayata methiyeydi bu filmler. Cennet bahçesiyle özdeşleştirilen kurucu atalar hikayesinin kovboylar üzerinden yeniden pişirilmesi. İyi-kötü adamlarla tanımlanan siyah-beyaz bir dünyanın hayvanları vardı. Sanki tek bir varlıkmış gibi tanımlanan kovboy ve atı. Sahibinin damgasını taşıyan sığırlar ve kızılderililerle özdeşleştirilen ve o yüzden eğlencesine öldürülebilen bizonlar. Sığır tüccarları ise şimdi olduğu gibi o filmlerde de opaktı.
Doğrusu, Wellmann üzerine yazılan kitabı okuyana kadar büyükbaş hayvan yetiştiriciliği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Meğer ne incelikleri olan, dallı budaklı bir işmiş. İyi damızlık hayvanın olacak, mera ve çayırları ıslah edeceksin, hayvan gıdası için ekim işlerini düzenleyeceksin, halk kitleleri arasında ziraat kültürünü yükselteceksin, fenni baytarlar yetiştireceksin, veteriner fakülteleri kuracaksın, mezbahalardaki bant akışını planlayacaksın, kesilen etlerin parçalanması ve ayrıştırılması, paketlenmesi… Hayvanlardan ürün diye bahsedildiğini ve zootekni diye bir uzmanlık alanı geliştirildiğini de bilmiyordum. Belli ki bir çok kişi için geçerliymiş bu. Yoksa klonlanan ilk hayvan olan koyun Dolly ortaya çıktığında, İbrahim Peygamber’e gökten koç indirilmiş gibi, ağzımız bir karış açık kalmazdı.
Wellmann’ın çalışmaları tam da Dolly’e giden yolun kilometre taşlarını döşediği için bunca önemliydi. Macar Milli Soy Kütüğü Kurulu’nun başkanı Wellmann hayvan genetiği, üremesi, beslenmesi, sağlığı ve ekonomisinden oluşan bütünlüklü zootekniyi en önemli şey olarak merkeze aldığı dönemde (kabaca 1920 ve 30’lar) zaten Ari ırk tartışmaları da almış başını gidiyordu. Nazilerle birlikte bu tartışma büyük ölçüde sönümlendi ama belli ki hayvanlar söz konusu olduğunda hiçbir fren mekanizması yoktu. Böylece modern mezbahalara geldik. Sadece öldürmek için yetiştirilen ve minimum sürede maksimum verimlilik elde edilecek hayvan türleri yarattık ki biz de rahat rahat obezitenin nimetlerinden yararlanabilelim! (Konunun detaylarına vakıf olmak isteyenler “Earthlings” ve “Seaspiracy” belgesellerini izleyebilirler.)
Sodom ve Gomora insan kibrinin yarattığı simge kentlerdi. Bütün kutsal kitaplarda insan kibrinin yol açtığı yıkımlardan söz edilir. Birçok romanda ve hikayede de öyle. Belli ki yazının pek bir faydası olmuyor, çünkü aradan geçen binlerce yıla karşın, insan kibrinin yarattığı bir cehennemde yaşamayı sürdürüyoruz. İlk bakışta sadece hayvanlar için yaratılmış bir cehennem gibi görünüyorsa da, görünüş çoğu zaman aldatıcıdır. Hayvanları canlı birer varlık olmaktan çıkartıp ürüne indirgedik. Türleri yok ettik ve etmeye devam ediyoruz. Dünyadaki ekolojik felaketin yüzde 50’si hayvancılık sanayiinden kaynaklanıyor. Yani yemek için hayvan beslerken, dünyadaki su kaynaklarını tüketiyor ve ekilebilir alanların çoğunu hayvan yemi için kullanıyoruz. Temel fıkrasındaki gibi, bindiğimiz dalı kesiyoruz şuursuzca. Neyse ki dalda hep başkasının oturduğunu sanmak gibi Tanrısal lütufla donatılmış bir türün ahfadıyız.
Şunu hatırlamaya çalışıyorum: “Mad Max” filmlerinde hayvan var mıydı?
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com
Küçük bir düzeltme önerisi: Temel değil Nasrettin Hoca fıkrası.