Haritamdaki Budapeşte VI : Lipótváros – Újlipótváros

Lipótváros’ta sefaletle-zenginlik, bataklıkla-değerli arsa, sel tehdidiyle-Tuna manzarası el ve eldiven gibi iç içe geçerek bölgenin tarihini oluşturmuşlar. Semt 20. yüzyıl başında büyüyüp kabına sığamaz olmuş ve Ujlipótváros’u doğurmuş. Evime yakın olduğu için Ujlipótváros, gündelik rutinim içinde önemli yer tutar. Ana caddedeki Türk lokantasına gider döner-pilav yerim, ya da ikinci el plak almak için ara sokağa dalarım. Sık ziyaret ettiğim caz kulübü de buradadır, kaldı ki Margit Adası’na giderken de zaten yolum buradan geçer. Yine de şunu bilmekte fayda var, öyle gözükse de yekpare bir semtten söz etmiyoruz. Tuna’yı karşınıza alıp Jázsai Mari tér’de durduğunuzda, Lipótváros (V. bölge) solunuzda kalır, sağ tarafta ise Újlipótváros ‘un (új-yeni) toprakları (XIII. Bölge) uzanır. 

Doğrusunu söylemek gerekirse Lipótváros kısmına yolum kırk yılda bir düşer. O kadar ki ne zaman, ne için gittiğimi bile sayabilirim: Aralık ayında şehirdeysem akşam alacasında cebime küçük bir Unicum koyup Noel pazarında dolaşırım. Bir zaman hukuki danışmanım bu bölgede yeni yapılmış bir iş merkezinde saatlik ofis kiralardı, o sebeple giderdim. Bazen de yabancısı olduğum bu şehirde bir boşluk duygusu içinde yittiğim anlar olur, o zaman turist gibi davranmaya karar verir, Jázsai Mari tér’in oradan kalkan ve bugün artık oyuncak gözüyle baktığımız küçük, sarı ve aydınlık 2 numaralı tramvaya binerek Tuna manzarası sunan hat boyunca kuzeyden güneye, güneyden kuzeye gidip gelirim. Yoksa Lipótváros’un alışveriş, finans ve turizmle yoğrulmuş plastik dünyasından mümkün mertebe uzak dururum. 

Biliyorum geçmiş pek az kişiyi ilgilendiriyor, oysa benim için vazgeçilmezdir. 19. yüzyıl başında Belváros ve Terézváros, Peşte’nin en kalabalık semtleriyken, Ferencváros ve Lipótváros yeni yeni yerleşime açılıyormuş. Lipótváros o sırada hala Neustadt (Újváros) adını taşıyormuş, ancak 1790 yılında II. Leopold ‘un (II. Lipót) taç giyme töreninden sonra hükümdarın adını almış. Semt iki odak noktası arasına kurulmuş: Yeni Pazar Meydanı (Elisabeth meydanı) ile 1786 yılında II. Joseph’in talimatıyla yapımına başlanan Újépület (Yeni Bina) arasına. Yeni Bina deyince, kare biçiminde, köşelerindeki pavyonlarla birbirine bağlanan, kale görünümlü bir yapıdan söz ediyoruz. Sırasıyla önce Fransız savaş esirlerinin hapishanesi, sonra topçu kışlası ve askeri akademi, 1848 yenilgisinin ardından bu kez Macar yurtseverleri için hapishane ve infaz yeri olarak kullanılmış. Kolayca tahmin edilebileceği gibi gulyabaniyi andıran bina 1897’de yıkılıp yerine Szabadság tér (Özgürlük meydanı) inşa edildiğinde, kimse yasını tutmamış. Yine de Lipótváros’un tarihi deyince akla ilk gelen yer olmayı sürdürüyor. 

1789 yılında hazırlanan plan bugünkü Elizabeth ve Aziz Stephen meydanlarıyla, Roma tipi satranç yol ağını belirlemiş. 1810’da şehir surlarından kalan kapılar yıkılmış ve Tuna rıhtımının geliştirilmesi programa alınmış. Klasik tarzda evler inşa edilmeye başlanmış. Bunlara, dönemin efsane mimarı Jozsef Hild tarafından tasarlanan Kirakodó meydanını da (Rakpiac, bugün Roosevelt meydanı) ekleyebiliriz. Sonuç: 1806 ile1832 yılları arasında Leopold kasabasının nüfusu 2663’ten 9766’ya yükselmiş. En şık caddesi muhteşem otellerin bulunduğu Nádor’muş (Winggasse) ama 1830’larda hala Báthory caddesinin ötesinde tek bir apartman bile yokmuş ve şimdiki Parlemento binasının yerinde bir askeri depo varmış. Macar kralının 1814’ten itibaren misafirlerini ağırladığı ve 1838’den sonra kentin en önemli salonlarından birine dönüşen Lipótváros’un ünlü hanı Tiger adıyla anılıyormuş ve şehir parkına (Városliget) ilk atlı tramvay seferleri de onun önünden başlatılmış. 

Kent tarihi açısından 19. yüzyılın önemli yazarlarından Sándor Bródy’nin dediği gibi burası “sermayenin ülkesi”ymiş. 

Ancak o noktaya varmak için de yıllar yılı Tuna nehri ile boğuşmak gerekmişti. Tuna eskiden beri taşıp duruyordu ama nehir kenarındaki arsalar değer kazanıp, sermaye burada yoğunlaşmaya başlayınca, ancak o zaman bu işe bir çözüm bulmak şart olmuştu. Geçmişe yönelik okumalar 1775 sel felaketinin dönüm noktası olduğunu gösteriyor, çünkü ilk kez bu taşkından sonra Şehir İnşaat Komitesi, son su yüksekliğine göre yeni barajlar inşa etme kararı almıştı. Ancak yeni setler 1799 felaketini önleyemedi, çünkü sular bir önceki sel felaketinin bir buçuk metre üzerindeydi ve gazeteler “Ferencváros yıkıldı!”, diye yazıyorlardı. 1811 ve 1830 yıllarında şehir hala sudan çok çekiyordu ve ölümcül darbe 1838’deki büyük afetle geldi. 

Sanayi Devrimi,  burjuvazinin yükselişi bilmediğiniz laflar değil kuşkusuz ama giderek unutulmaya yüz tuttukları da su götürmez. Şunu akılda tutmak lazım, şehir önceleri kral merkezli şekillenirken, 19. yüzyılın ortalarından itibaren sanayinin ihtiyaçları ön plana çıktı. İstanbul’da Haliç’e ne olduysa, Budapeşte’de Lipótváros’a o oldu. Kereste tüccarları buraya taşınmıştı, Tüköry ailesinin bira fabrikası, Ullmann’ların tütün deposu da. 1840’ta çıkan Sanayi Yasası’ndan sonra fabrikaların sayısı arttı. Bunu finansal hayatın önemli kurumlarının, mesela Macar Ulusal Bankası’nın buraya yerleşmesi izledi. Neredeyse 20. yüzyıl başına kadar sürecek kesintisiz süreç böyle başladı. 1868 yılında Fövárosi Lapok gazetesi, Terézváros’un kirli ve dar sokaklarını, Lipótváros ile karşılaştırıyor ve şöyle yazıyordu: “Peşte’nin bu güzel bölgesinde sokaklar düzenli, evler yüksek. Birden fazla binada merdivenleri halılar kaplıyor, koridorlarda çiçekler açıyor ve pencerelerin arkasında pahalı perdeler dalgalanıyor. En iyi mağazalar, bankalar burada toplanmış. İyi döşenmiş kafe ve restoranlar Lipótváros’un, başkentimizin Batı yakası olduğunu gösteriyor.” 

1860’lardan itibaren zengin Yahudiler, Lipótváros’un iç kısımlarına yerleşti ve nüfusun üçte birini oluşturdu. 1896 Milenyum’undan sonra burası başkentin en hızlı büyüyen semti oldu ve bugünkü Szent István bulvarının iki yanına doğru genişledi. Sanayi patronu Weiss ailesi için inşa edilen iki blok, sadece açılıştı, sonra onu diğer apartman blokları takip etti. Tuna kıyısında 1911 yılında beş ve altı katlı Palatinus evleri inşa edildi ve bu Ujlipótváros bölgesinin doğuşunu müjdeledi. 

Nyugati garını geçip, soldaki Szent István bulvarı boyunca yürümeye başlayınca kendimi şanslı hissederim. Kaldırımların, bir kentin gelişmişliğinin en belirgin göstergeleri olduğunu söyleyen kimdi? Peşte kaldırımları bir çok bölgede, medeniyet çıtasını en üst seviyeye çıkartırlar. Hem lokantalar, birahaneler, kahvehaneler dilediklerince masa atabilirler bu kaldırımlara, hem de yayalara dolaşabilecekleri ferah feza alan kalır. 

Tuna’ya varmadan sağda Újpesti sokağından içeri girdiğinizde yol boyu uzanan ağaçların gölgesinde şarküteriler ve içki dükkanları, bistrolar, cafeler, barlar, Viyanalı çikolatacılar, butik mağazalar, galeriler, çiçekçi ve kürkçü dükkanları, üst düzey antikacılar yer alır. 1920 ile 1945 arasında sınırlı sayıda bina modeline izin verilerek yapılmış altı katlı apartman blokları güzel ve bakımlıdır.

Balzac Sokağı’nın kösesine kadar böyle gider. Derken açık alana çıkılır: Szent István Parkı. Dükkanların türü değişir, veteriner, ekmek fırını, Thai masaj salonu. Buranın bir üst paraleli kentin en mutena yerlerinden biridir ve Tuna nehrine bakan apartmanlarla doludur. Sokak adları dünya yazınının önemli isimleri arasından seçilmiştir: Victor Hugo, Balzac, Gogol… Bu sonuncuyu geçince yüksek beton binalar sahne alır. Lüks konutlarla eski Sovyet bloklarının öpüştükleri tuhaf bir geçiş yeri. Mültecilere kapalı olan kapılar, paranız denkleşir de buradaki yeni dairelerden birini alabilirseniz size açılır. Daireyle birlikte beş yıllık oturma iznini de cebinize koyarsınız. Adına yeni dünya düzeni dedikleri budur. Hollywood dizilerinde işkenceye “ileri sorgulama teknikleri” demeleri gibi. 

Buranın bir alt paraleli, Kárpát adıyla başlayıp Hollán Ernö sokağı olarak devam eder ve çok daha derme çatmadır. Bir kere dardır. Ağaç filan da yoktur. Apartmanların suratı asıktır. Ama işte, şahane Uzak Doğu çorbacısı Oriental Soup da buradaki bir köşe başına tutmuştur. Özelikle soğuk havalarda soluğu burada alır ve müsaitse tercihan üst katta, merdiven çıkışının hemen dibindeki masaya yerleşirim. Buradan aşağıda çalışan çekik gözlü aşçının, sebzeleri doğrayışını, dev tencerelerde kaynayan tavuk ve et sularının buharı arasında o efsunla yemek hazırlama sürecinin tamamını izleyebilirsiniz. Bu da en az dev kasedeki bol sebzeli, noodle’lı, soya filizli, acılı çorba kadar şifalıdır. 

Bu bölgedeki dükkanlar nitelik değiştirir: Bisiklet tamircisi, Balkan köftecisi, Zenon servisi, telefon tamircisi, lotocu. Ujlipótváros’un kıymeti benim için paha biçilmez. Bunun sebebini  kendime sık sık sormuşumdur, sanırım tek yanıtım şu: Adı zengin semtine çıkmış olsa da burada her çeşit dükkan ve her kesimden insan dip dibedir ve kent yaşamının cazibesi bu kozmopolitlikten başka bir şey değildir. 21. yüzyılla birlikte giderek yaygınlaşan korunaklı siteler, işçiler ve göçmenler için kurulmuş ucuz bloklar, azınlıklar için yaratılmış gettolar ya da geceleri ıssızlığa gömülen iş merkezleri açıkça şehir anayasasına karşı darbe girişimleridir. Tipik bir örneğini Budapeşteli çingenelerin itildikleri -ve şimdi üniversite kampüsleriyle kırılmaya çalışılan-  VIII. bölgede, Lipótváros’un geceleri korkutucu bir sessizliğe bürünen ıssız sokaklarında ya da Buda tarafındaki apartman bloklarından ibaret yerleşim yerlerinde görebilirsiniz. 

Hollán Ernö sokağının ortalarında bir yerde, ikinci el plak satan küçük bir dükkan vardır. Kapısının önünde karton kutulara yığdığı üçü 1000 forinte klasik ve pop müzik LP’leri, dükkan kapalıyken de orada dururlar. Çalınmaya değmeyecek kadar sıradan plaklardır bunlar yine de insan karıştırmaktan kendini alamaz ve bazen aralarında büyük piyanist Sviatoslav Richter’in Sovyet kayıtlarına da rastlanır. Dükkanı açık yakalaşacak kadar şansınız var da içeri girdiyseniz, zar zor kıpırdanabilen alanda, kendinizi bir rock ve jazz mabedinde bulursunuz. 40’lı yaşlarındaki dükkan sahibi belli ki kendisi de sıkı bir dinleyici olan tam bin profesyoneldir ve burada elinizi attığınız her üründe, fiyatının tam da olması gerektiği gibi konmuş olduğunu görürsünüz. 

Bit pazarına nur yağdı! Çocukluğumdan beri duyduğum laftır ama hiç bugünkü kadar gerçek olmamıştı. Plak yeniden kıymete bineli çok oluyor, şimdi cd’ler ve eski kasetler de para etmeye başladı. “Para etmeye başladı”nın altını çizmek gerekiyor. Nostalji ile geçmişin metalaştırılması atbaşı gidiyor artık. Walter Benjamin yüzyıl önce, iktidarın üfürük tarih yazımını kırmak için, yenilmişlerin hikayesini tüketilmiş ve bir kenara atılmış nesneler ve kültürel atıklar üzerinden yazmayı denemişti. Popüler kültürün her şeye tur bindirdiği günümüzde, “hafıza nesneleri” denilen eşyalar, daha önce benzerine rastlanmamış bir başkalaşım geçirerek, müzayede evleri ve internet siteleri aracılığıyla, neredeyse bütünüyle maddi değerleri üzerinden okunur oldular. 

Başka bir kette dolaşırken bazen zihnimin bir köşesinde, akışını önleyemediğim biçimde şu düşünce belirir: Burada yabancısın! Derhal savunmaya geçip, yanıtlarım: Nerede değilim ki? Ama bir yandan da bunun tam doğru olmadığını bilirim. İnsanın doğup büyüdüğü şehirler, belleğinde daima farklı bir hinterland oluşturur. Yetişkinliğe geçerken yaşadığım iki şehir vardı: İstanbul  ve Berlin. İstanbul’un yittiğini biliyordum da, yirmi yıllık bir aradan sonra, 2017 yılında tekrar gidene kadar Berlin’in de, duvar yıkıldıktan sonra bunca değişmiş olabileceğini tahmin edememiştim. Sanıyorum Peşte’yle kurduğum ilişki, bir yanıyla Berlin nostaljisinin devamı. İkisinin de bataklık üzerine kurulmuş olmak gibi ortak bir paydaları da var. Belki de eski bataklıklardır zaman zaman burnumda tüten. 

Sık sık Hollán Ernö sokağındaki Budapeşte Caz Kulübü’ne giderim. Burada haftanın her akşamı gayet makul fiyata, içkinizi yudumlayarak izleyebileceğiniz bir caz dinletisi vardır. Genellikle lokal cazcılardır bunlar, çoğu ununu eleyip eleğini asmış yaşlı müzisyenlerdir. Böyle zamanlarda müziğin kalitesinden çok insanların tutkularına odaklanırım. Bazen de evde bir başıma otururken, can havliyle buraya sığındığım olur. Böyle akşamlarda konser çoktan başlamıştır tabii, ben de bardan bir içki alır ve üst kattaki salona çıkıp, oradaki insanlarla birlikte, müzisyenlerin gelip jam session yapmasını beklerim ve bu imkanı sunan şehre minnet duygularımı ifade etmek için, içimden onun hala Avrupa’nın ayakta duran en demokratik şehri olduğunu mırıldanırım. Bu, teselli için söylenmiş bir şey değildir. 

Gecenin sonunda müzik ve içki, ağrıyı dindirmese de epey hafifletir. 

Serhat Öztürk – Türkinfo

serhatozturkyazilari.com

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here