Uyarı: Bu yazı kan ve domuz gibi hayli ‘alerjik’ öğeler içermektedir. Midesi kaldırmayacakların okumaması tavsiye olunur!
Beş ay içinde dört ayrı seyahate bölerek yaptığımız ‘Karavanla Avrupa’ projesi bitti. Yarın (cuma) Budapeşte’den memlekete dönüyoruz. Doğu Avrupa’nın altını üstüne getirdik. 10 ülkenin barlarından üniversitelerine kadar birçok yerine girdik. Ama bizde en fazla iz bırakan, evlerine konuk olduğumuz aileler oldu. Sanırım bu, teğet geçmek ve içine girmek arasındaki farktı. Bir yerin insanlarını tanımadan orayı yalnızca teğet geçiyorsunuz. Turist olmak da böyle bir şey. Biz turistin ötesine geçmek için ‘oralı’ların yaşamlarına süzüldük.
***
İşte size birkaç anekdot:
– Şubat ayı… Karavanımızla Letonya’dan Estonya’ya gidiyoruz. Hava eksi 25 derece. Hedefimiz Estonya-Rusya sınırında bir köyde yaşayan İgor’un evine ulaşmak. İgor evini tarif edemediği için (öyle küçük bir yerde yaşıyor ki harita üzerinde mevcut değil) bizi sınırı geçtikten 2 km sonra bir şehir tabelasının altında karşılayacak. Ancak o da ne? Sınıra 100 km kala bizim benzin göstergesi alarm veriyor. Tek bir benzin istasyonu yok. Sınırı geçer geçmez yolda kalıyoruz. İgor’u arıyoruz. Karların ortasından çıkıp geliyor. Elinde bir şişe votka ve tütsülenmiş et ile. Meğer ‘Estonya usulü karşılama’ böyle olurmuş.
– Karşılamanın ardından benzin bulup yola devam ediyoruz. Bir saat sonra İgor’un evindeyiz. Ev dediğime bakmayın, ormanın ortasında küçücük bir kulübe. İgor Rus bir kızla evlendiğini, onu ikna etmek için evin içine tuvalet bile yaptığını anlatıyor. Akşam için ise bize bir ‘ziyafet’ hazırlamış: domuz sarma, domuz kanında pişmiş sosis ve domuz jölesi! Güzel yapıldığında sevdiğim halde bana bile bu kadarı fazla!
– Nisan ayı… Sofya’daki arkadaşımız Maria bize işten tanıdığı bir aileyi ayarladı. ‘Adam Birleşmiş Milletler’de çalışıyor, kadın ise mühendis’ diye anlatıyor. Gözümüzün önüne varlıklı bir ev geliyor profilleri duyunca. Taksiyle yarım saat Sofya’nın dışına çıkıyoruz ve dev komünist binaların ortasında duruyoruz. Bakımsız bir bahçenin içinden geçip boyaları dökülmüş bir binanın içine giriyoruz. Ev 35 metrekare. İçinde bir küçük tezgahtan ibaret olan mutfağın bulunduğu karanlık bir salon ve küçük bir oda var, başka bir şey yok. Ve orada BM görevlisi ile mühendis karısı, bir çocukları, bir köpek ve bir kedi yaşıyor. Burası Bulgaristan!
– Geçtiğimiz hafta… Budapeşte’de bir eve davetliyiz. Bu kez ne ev sahiplerini tanıyoruz, ne de arada tanıdık var. Taksiye atlıyoruz. Şoför bizi Buda tarafına götürüyor. Şehrin pahalı ve lüks olan kısmı. Bir süre sonra etraf gittikçe yeşilleniyor. Neredeyse orman başlamışken duruyoruz. Dar ve şiir gibi bir yoldan yürüyoruz. Ve aman Tanrım! Üstü sarmaşıklarla kaplı bir şato çıkıyor karşımıza. Evin sahibi bizi kapıda karşılıyor. Meğer burası bir şövalyenin şatosuymuş. Önce kendi yaptıkları şarabı ikram ediyorlar sonra da şatonun kulesine çıkarıp nefis bir Peşte manzarası izletiyorlar.
Yeme içme notları
– Polonya’ya giderseniz piragi yemeden dönmeyin. Bizim çiğ böreğe benziyor ama fırında pişiriliyor. İçine çeşitli malzemeler konabiliyor. Sadece piragi yapan yerler var. İyisini bulursanız bu harikulade tadı unutamazsınız.
– Çek Cumhuriyeti’ne gidince bira içmeden olmaz. Mutlaka Pilsner Urquell’i deneyin.
– Bulgaristan’ın en iyi tarafı yemeklerinin sağlıklı ve hafif olması. Özellikle de Schopska salatası!
– Romanya’da geleneksel yemek deyince bizim yemekleri saymaya başlıyorlar. Sarma, pilaki… Onlara kulak asmayın. Bu ülkede yiyebileceğiniz en iyi ve ilginç şey ayı eti! Yalnız çok pişmiş istemeyin, tadı tuzu kaçıyor.
Yasal Uyarı: TurkMedya internet sitelerinde yayınlanan haberler ve köşe yazılarının tüm hakları TurkMedya Yayın Grubuna aittir. Kaynak gösterilerek dahi haberin veya köşe yazısının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz.
Sadece alıntı yapılan haberin veya köşe yazısının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.
Akşam