Abdulrahim –
(Salondan küçük bir kız göründü, sanki Binbirgece’den çıkıp gelmişti. İsli gözleri var, isli saçları ve zambak beyazı bir yüzü. Adı Fikriye. Beni babasına götürüyor. Abdulrahim Bey – Otuz yaşlarında genç bir adam – dirseklerini masaya dayamış, kulağını tutuyor ve karıştırıyor. Bizim üniversitemizde okuyor. Sınava hazırlanıyor. Önünde macarca bir ders kitabı duruyor. Benim parmağımda ise bir Türk yüzüğü var, Buda’da kazılar esnasında buldukları bir yeniçerinin iskelet parmağından çıkartmışlar. Birbirimize bakıyoruz. Her ikimizde bir diğerinin ataları tarafından ne kadar cok atalarımızın öldüğünü düşünebiliriz. Fakat halklarımızın ölümcül sarılışı – geçen bunca zamandan sonra – şimdi bizi birbirimize daha çok yakınlaştırmakta. Bunu kendisine de söyledim. O şöyle yanıtladı):
− Macarları bizde seviyoruz. Eski düşman, yeni dost.
− Biz macarlar hakkında ilk ne zaman bilginiz oldu?
− Daha çok küçükken, çocukluk çağımda. Konstantinapol’da bir sokak var: Macar
Kardeş Sokağı.
− Budapeşte’ye geldiğinizde yolunuz ilk nereye düştü?
− Gül Baba evine.
− Burada ne kadar Türk yaşıyor?
− Elli-Yetmiş. Çoğunlukla öğrenciler.
− Ünivetsite’de yabancı dil sizin için güç olmuyor mu?
− Lütfen, yabancı değil. Öğrendiğimin bile farkına varmadım.
− Söylermisiniz, Buda Kalesi’nde dolaştığınız sırada gurur duyuyor musunuz?
Nihayetinde atalarınız birbuçuk asır orada hükümranlık sürdüler.
− Bilakis hüzünlenmekteyim.
− Niçin?
− Çünki geçmişi şimdiki zamanla kıyaslamaktayım.
− Bizim en karanlık yılımız: 1526 Mohaç Yenilgisi. Türkler bunun hakkında okulda
neler öğreniyorlar?
− Mohaç’ı biz çok az anımsıyoruz. Daha çok Buda Kalasi’nin alınışını.
− Bu odada Türk olan ne var?
− Ben. Kahve makinası. Nargile. Ve bir de bu sigara. Eşim Türk değil, o Macar.
− Nasıl buldunuz birbirinizi?
− Burada, Budapeşte’de. Nüfus Müdürü birden fazla kadını eş almaya hakkımın
olduğunu beyan ettikten sonra kendisine bunu kabul edip etmediğini sordu.
− Kabul etti mi?
− Evet, kabul etti. Bunun üzerine bizi evlendirdi. Fakat çok eşlilik hakkım artık sona
erdi. Bizde de yasal olarak kaldırdılar.
− Üzülmediniz mi?
− Bu hakkı önceden de yalnızca zengin insanlar kendileri için hak olarak
görmekteydi. Oldukça ağır şartlara bağlıydı. Kocanın önceden eşine bakmaya muktedir olduğunu göstermesi gerekiyordu, ayrıca diğer kadınlarının da buna rıza göstermeleri veya eşinin hasta olması halinde diğer bir kadını eş olarak alabilirdi.
− Eski Türk kıyafetlerinin, eski Türk yazısının geri getirilmesini istemezmiydiniz?
− Hiçbiri de Türk değildi. Fes yunan, yazı ise Araptı.Yalnızca batılılar üzülüyor.
Romansallık. Gösteriş. Türk ruhu daha derinde. Bizim içimizde. Bak, küçük kızım henüz hiç Türkiye’ye gitmedi. Buna rağmen sıkça ayaklarıyla bağdaş kurarken yakalıyorum, yere çömeliyor ve Türk gibi oturuyor. Oysa bunu benden hiç görmedi.
(Fikriye buharı tüten siyahla* iki fincan getiriyor ve masamıza koyuyor. Bugünlerde her yerde “Türk” siyahı içiyoruz. Bunun ne denli Türk olduğunu şimdi algılıyorum, onu burada, kaynağında tatmaktayım. Bu arada sigara içmekte görgüsüzlük değil. Mavi duman izleri kaplıyor bizleri. Pencereden hilal gözükmekte – onların sembolü, sonsuza dek ve türke özgü gökyüzünde dolaşıyor – ve evlerin üzerinde dolaşmakta. Sanırım taşradayım. Sanırım onaltıncı yüzyıldayım. Yavaş sohbet ediyoruz. Ev sahibimiz sürekli siyah dolduruyor, sürekli yeni sigara ikram ediyor ve sürekli kalmak için teşvik ediyor. Türk yakaladım, fakat bırakmıyor.)
*Kahve (Macarca: Kávé) sözcüğü macarca’ya türkçe’den geçmiştir. İlk zamanlarda macarlar kavheyi “ Török fekete leves” (Türk siyah çorbası) olarak adlandırmışlardır, bu nedenle kahve çoğu yerde, günümüzde dahi taşra pressolarında “fekete” (siyah) olarak adlandırılmaktadır. ÇN.
Yapıtın özgün adı: Dezső Kosztalányi –
“Bölcsőtől a Koporsóig” (Beşikten Tabut’a kadar)
1937- Révai Kiadás
Çeviren: Salih ÇARDAK – Budapeşte, Mart 2014