#buralıyım: Thinking out of the box ya da bir reframing çağrısı

“Göçmen edebiyatı” yerine “edebiyatta kültürlerarasılık/çokkültürlülük” demekle perspektif değişir, birçok farklı bakış/algı olanağı doğar

Almanya’nın en önemli edebiyat ödüllerinden Leipzig Kitap Fuarı Ödülü’nün 2019 kısa listesine baktığımızda, önümüze çıkan beş isimden dördü “göçmen kökenli”: Kenah Cusanit, Matthias Nawrat, Jaroslav Rudiš, Feridun Zaimoğlu. Son bir sene içinde sosyal medyada -birinciden üçüncü/dördüncü kuşağa kadar- “yabancı kökenli” Almanların bugüne kadar dışlanmasını gözler önüne serip eleştiren #MeTwo kampanyasından sonra, #buralıyım (#vonhier) etiketi altɪnda Alman olan, ancak saç/ten/göz renkleri gibi nedenler yüzünden sürekli yabancı olarak “damgalanan” birçok kiși deneyimlerini paylaştı. Böyle bir dönemde, bir de Almanya’ya düzenli göçün neredeyse 70. yılında, “göçmen edebiyatı” gibi bir kavramın ne kadar geçerliliği kaldı? Yazım, çağdaş Almanca yazındaki “kültürlerarası edebiyat” kalıbını kırarak farklı bakmaya bir çağrıdır.

Kalıba sokulma tecrübesi…

Almanca olarak yazdığım ve Türkçeye çevrilen Bahar adlı romanımı Türkiye’de kimi kitapçılarda “yerli edebiyat” raflarında görmek beni şaşırtmıştı. Ben de Türkçe edebiyata “entegre” mi olmuştum? Ya da bir nevi “göçmen yazar” mıydım? Kitapçılar, soyadıma bakarak “Bu, yerli edebiyattır” kanısına varmışlardı besbelli. Almanya’daki kitapçı/okur/eleştirmenler de Mora, Zaimoğlu, Haratischwili gibi soyadları görünce nasıl “eski alıșkanlıkla” göç/göçmen kalıbını yeğlediklerinde haksızlık ediyorlarsa, Türkiye’de de beni “yerli edebiyat”a sokanlar haksızlık etmiyorlar mıydı? Kalıplar beraberlerinde belli beklentiler getirmiyor mu? Kitabımın böylesi beklentilerle okunmasını istiyor muydum?

“Göçmenler edebiyatı” da neymiş?

“Göçmenler edebiyatı mı?” Soreya gözlerini kısıyor. “O da neymiş? Yani Alman edebiyatından farkı neymiş, anlayamadım?” Konu arayışında etrafımda göç kökenli olduklarını bildiğim birkaç kişiye fikir sorduğumda, Soreya’nın sözleri birçok cevap ve tepki için örnek oluşturup benim de kafamdaki taşları yerinden oynattı. Soreya Almanya doğumlu, liseyi Almanya’da bitirdi, üniversitede okumaya başlayana dek bir kafede çalışıyor. Teni koyu, ataları Afrikalı, evet, ama müşteriler ona çok iyi Almanca konuştuğunu söyleme ihtiyacını neden sürekli hissediyor ki? Ona nereli olduğu pek sorulmuyor, beyaz kafalarda siyahî bir insan olsa olsa “Afrikalıdır…” Neden Afrika edebiyatından sanki Afrika tek bir ülkeymiş, hem de tek dilli, tek kültürlü bir birimmiş gibi, sözgelimi Alman, Fransız, Macar, Hindistan edebiyatından söz eder gibi ya da sanki bunlar da birer kıtaymɪș gibi söz ederiz? İngilizce yazan, Nijerya kökenli, hem ABD hem de Nijerya’da yaşayan Chimamanda Ngozi Adichie ile Fransızca yazan, Fransa’da yaşayan Fatou Diome arasındaki benzerlik her ikisinin kadın, yazar ve koyu tenli olmasından başka ne olabilir ki? Her ikisi de “göçmen yazar…” mı?

Soreya’nın itirazı yine de ılımlıydı. Bir başka arkadaş daha açık tepki verdi: “Göçmen edebiyatı ve kuşak meselesi beni sinir ediyor, hem de tümüyle anlamsız buluyorum. Nedir bu garip kalıplaştırma? Şu ya da bu kişi bir gazeteci yazar mı yoksa üçüncü kuşak Türkiye kökenli bir yazar mı, Feridun Zaimoğlu birinci kuşak mı, Fakir Baykurt da hepimizin babası mıdır? Doğrusu, bunlar hiçbir şekilde ilgimi çekmiyor. Merak ettiğim, İranlı, Türk, Kürt bir kadın yazarın Alman edebiyatında yerini çetin mücadeleler vererek elde etmesi gerekirken, Batılı, örneğin İsveçli bir kadın yazar için aynı sorunun neden söz konusu olmadığı…” Ve tanıdık bir yazardan örnek veriyor: “Almanların gözünde ne zaman Alman olarak kabul edildiğini ne zaman ise edilmediğini çok iyi izah etti o; rahatsız edici şeyler söyleyip yazdığında hep yabancı olmuştur…”

Twitter’da 2018’e damgasını vuran ve ırkçılığa karşı yayılan #MeTwo tartışmasından sonra bir televizyon şovunda tanınmış bir sunucunun beş yaşındaki bir kıza ısrarla nereli olduğunu sorarak neredeyse ağlatmasını protesto etmek, kıza destek çıkmak amacıyla Şubat 2019’da yine Twitter’da #buralıyım kampanyası başlatıldı. Bu hashtag ile buralı, yani Almanya’da doğup büyümüș olan binlerce insan dışlanma tecrübelerini paylaştı. Ortam böyleyken, “göçmen edebiyatı” ile ilgili “kutunun içinden” (inside the box) herhangi bir konuyu ele alıp nasıl yazabilirim ki? Farkları dile getirmek birebir dışlama/ayrımcılık değil elbette, önemli olan hangi farklar hangi vurguyla öne sürülüyor, sürülmekte; mesele, bireylerin -kendilerini de dâhil ederek- farklarını konuşmak mı, yoksa bir dış perspektiften atıflarda bulunup ayrımcı olmakta mı?

Dilin belirleyiciliği

Sözcüklerin nasıl düşünüp davrandığımızı, neyi nasıl algıladığımızı, neyi hatırladığımızı derinden etkilediği, dil araştırmacılarɪ tarafından genel olarak kabul ediliyor. Biz de sözcüklere bir bakalım. 1950’li yıllardan itibaren Almanya’ya “misafir işçiler” olarak adlandırılan emekçiler geldi. Burada emekçi sözcüğünü bilerek kullandım: 1970’li-1980’li yılların “Gastarbeiterliteratur”u (misafir işçi edebiyatı), çıkışını ve adını Weimar Cumhuriyeti’nin komünist “Arbeiterliteratur” (işçi edebiyatı) geleneğine borçluydu. Oysa, birkaç istisna dışında bu etiketi alanlardan hiç kimse işçi/emekçi değildi. Çalışmak için çağrılan/gelen/getirtilen “misafirler”, çoğunluk toplumu tarafından yabancı olarak algılanmaları için resmen “dışarıda” tutuluyordu: Almanca öğrenmeleri öngörülmüyordu, Alman işçilerden uzak, özel yurtlarda kalıyorlardı -daha doğrusu: tutuluyorlardı-, nasılsa geldikten en fazla beş sene sonra tekrar memleketlerine geri döneceklerdi… Alman toplumu ile herhangi bir alışverişleri, iletişimleri, uyum sağlamaları düşünülmemişti. Dışarıda tutulanların dışlanmışlıkları, anıldıkları isimden anlaşılıyordu zaten: Misafir işçi! Edebiyatlarına da, aynı meşum etiket konularak “ataerkil-lütufkâr-arsız”[3] ya da paternalist-sosyal-eğitsel bir hoşgörüyle bakılıyordu.

Çalıştırılan misafirler geldikleri yerlere geri dönmeyince “göçmen” oldular, edebiyatları da gittikçe “göçmen edebiyatı” ya da “göç edebiyatı” olarak yaftalandɪ. İşçi kavramı kalktıysa da, etiket hâlâ yazarların biyografik özelliklerine vurgu yapıyor/du, kökenleri -ya da atalarının kökenleri- “dışarıda” olan bir topluluk olarak algılanıyor/du. Göç/göçmen edebiyatı kavramında “biz ve ötekiler” söylemi de, ayrımcılık da devam ediyor/du. Unutmayalım, “positive discrimination” -olumlu ayrımcılık- olgusu da vardır; birçok okur/eleştirmen/bilim insanı çevresi, göç/göçmen edebiyatına büyük bir ilgi ve merak ile yaklaşıyor/du. Göç/göçmen edebiyatı olarak değerlendirilen yapıtlar, Alman Dili ve Edebiyatı ana bilim dallarında çokça araştırma ve tez konusu oldu. Ancak bu kavram, “sosyokültürel söylem ve göç konusu”na vurgu yaparken[4] yazınsal ölçütleri nasıl dışarıda bırakıyorsa, yazarlarını da egemen/çoğunluk toplumunun edebiyatının dışında tutuyor/du.

2000’li yıllarda ise “kültürlerarası” (interkulturell) ya da “çok kültürlü” (multikulturell) edebiyat kavramları kullanılmaya başlandı. Bu iki terime, yazarın kökeni/biyografisi ne olursa olsun, en azından iki kültür alanından esin/konu/perspektif alan her türlü yazın girer. Goethe’nin Doğu Batı Divanı’ndan başlayarak Almanca edebiyat hep “yabancı” ögelerce etkilenerek süregelmiş/gelişmiştir.

Chamisso Ödülü’nün sonu

Adelbert von Chamisso Ödülü, 1985-2017 yılları arasında “yapıtları bir kültürden bir başka kültüre geçişten” etkilenmiş, anadili Almanca olmayan yazarlara veriliyordu. Teşvik amacı şöyle dursun, kültürlerarası edebiyatı irdeleyen temel kitaplardan birini yazan Michael Hofmann daha 2006 yılında madalyonun bu ters yüzüne dikkat çekip,  “özel arka planı olan yazarlar için -herkese uygulananlardan farklı kriterler geçerli olan- ayrı bir mekânın, bir tür SİT alanının kurulma riski”nden bahsetmişti. Oysaki bu yazarların “kökenlerine atıf yapılarak önyargısız eleştirilerden korundukları bir koruma alanına” ihtiyaçları yok. Yine de Chamisso Ödülü, 33 yıl boyunca bugün Almanca edebiyatın köşe taşları sayılan birçok “yabancı isimli” ve (çoğu) anadilleri Almanca olmayan yazarlara teşvik amacıyla verilmişti. 2017 yılında ise, ödülü veren Robert Bosch Vakfı’nın yöneticisi Uta-Micaela Dürig, kuruluş düşüncesinin doğru olmakla birlikte, bugün artık Alman edebiyatına “tümüyle girip yerlerine varmış olan yazarların” söz konusu olduğunu ifade ederek ödülün sonunu ilan etti.[5] Vakti zamanında Chamisso Ödülü’ne layık görülenlerin çoğu, bütün dünyada uzun süredir çağdaş Alman edebiyatının önemli temsilcilerinden sayılıyor.

“Biz topluma dâhiliz” başlıklı bir yorum yazısında da daha geçen günlerde bu görüş, gazeteciler açısından pekiştirildi: “Bizim gibi insanlar, yani göç kökenli adı verilenler, Almanya’da birçok kez birey olarak algılanmayıp bir kitlenin içine sıkıştırılıyoruz: yabancılar, göçmenler, Türkler, Kürtler, mülteciler, Müslümanlar ya da -küçümsenerek- ‘kanaklar’[6] kitlesine… Üçüncü kuşak olarak burada yaşadığımız, Almanya vatandaşlığına sahip olduğumuz hâlde kökene indirgeniyoruz. Ancak biz doğma büyüme Almanyalıyız. Biz bu topluma dâhiliz.”[7]

Dâhil olanlar

1991’de, tam 28 yıl önce, Emine Sevgi Özdamar, Ingeborg Bachmann Ödülü’ne layık görülmüştü. “Türk-Alman edebiyatının ‘sıradan’ Alman edebiyatı içinde demirlenmesi”[8] için bu “sembolik işaret”ten bu yana onlarca, belki de yüzlerce yabancı isimli yazar Almanca edebiyatın önemli edebiyat ödüllerini aldı. Örneğin, Terézia Mora 2013’te Deutscher Buchpreis (Alman Kitap Ödülü) aldığında, hakkında yazılanlarda “Macaristan kökenli” ibaresinden başka bir “yabancılık” yaftası takılmadı; Mora kuşkusuz “Alman” bir yazar, Alman(ca) edebiyatının gurur duyulan bir parçası. Almanca dışında Macarca da, Macar kültürünü de bildiği için yapıtlarında Macaristan ya da Macarlar geçerse, bunları bilmeyenlere göre avantajlıdır, bunları zenginleştirici öge olarak Alman(ca) edebiyatına katabiliyor, katıyor. Ancak bunun için göçmen olmak gerekmez. Hatta iki üç senedir, bir konuyu yazmak için “nesnel” bakışın mı, yoksa kökenleri o ülkede, o kültürde olan, sözde bu yüzden de nesnel değil, ancak öznel davranabilen “dil bilen uzman”ın mı daha uygun olduğu özellikle gazetecilik alanında yoğun biçimde tartışıldı. Kuşkusuz, her iki bakış da -hatta daha çok- lazım, zira “gerçek” ancak çok görüşlülüğün odağında anlaşılır. Bir de, her perspektifin “öznel” olduğunu unutmayalım.

Doğal uzmanlık mı?

Liseye yeni başlamış bir çocuğa, sadece soyadı Yunanca olduğu için öğretmenleri sɪkça Yunanistan’ɪn dili, tarihi, dini, iklimi ile ilgili sorular soruyorlardı. Hatta tarih öğretmeni, Antik Helenistik Çağ alanında uzman sayıyordu çocuğu. Oysaki çocuk Yunanca bilmiyordu, Yunanistan’a da hiç gitmemişti. Bugün sosyolog olan Mark Terkessidis, bu çocukluk anısını örneklediğinde, öğretmenlerinin iyi niyetli olduğunu, galiba kökeni “dışarıda” çocukların “genetik” olarak belli bir “köken bilgisine” sahip olduklarını düşündüklerini varsayɪyor.[9] Ancak, doğal olarak bilemedikleri “köken bilgisinin sorulması”nɪn çocuklara eksik olma duygusunu verdiğini de vurguluyor.[10]

Kökeni şu ya da bu şekilde “dışarıda” olan bir yazarın kendiliğinden “kendi” ülkesi/kültürü/dili için uzman olmasını varsaymak, hem önyargıdır hem ayrımcı bir tutum. Kökeni Gürcistan’da olan Alman yazar Nino Haratischwili, bu tutumu ve bununla birlikte birçok kez ortaya atılan, “göçmen kökenli” yazarların “bildikleri” konuları yazmalarının söylenmesini, “aşağılayıcı ve alttan sansür” olarak niteliyor.[11] 2012’de Bachmann Ödülü’nü alan Olga Martynova da meselelere kolektifçe bakılmasının, irdelenmesinin her zaman yanlış olduğunu savunuyor. Ona göre, edebiyatın görevi, “bireyi kolektif insanın zindanından kurtarmak”tır. Martynova’nın bu sözlerini Alem Grabovac, 2018’de Frankfurt’ta “Textland -Made in Germany” festivalinden izlenimlerini yazarken aktarıyor.[12] Yazısında, “Yayınevleri ve medyada editörlerin yüzde 97’si Alman kökenli Alman olunca, bu yüzde 97 de, kimin neyi yayımlayacağına, neyin nasıl anlatılacağına karar verdikçe, göç kökenli 17 milyon ‘bize’, toplanacağımız, özgüven edineceğimiz, network’ler kuracağımız, konuşabileceğimiz açık karşı mekânlar” olmasının gerekli olduğunu savunuyor. Ayrı mekânlara ihtiyaç duyulması, topluluk oluşturma gerekliliği düşüncesine katılanlar da var katılmayanlar da var –nasıl Chamisso Ödülü’ne son verilmesine sevinenler de üzülenler de vardıysa.

Geçenlerde Almanya’nın itibarlı haftalık gazetelerinden Die Zeit’ın genç “beyaz” yazarlarından biri de, Sınır filminin tanıtım yazısında șu cümleleri kullandɪ: “İnsan, Tahran’da doğmuș büyümüș, Danimarka’da sinema akademisi okumuş bir yönetmenin nasıl olup da İsveç’te troller hakkında bir film yaptığını elbette merak eder. En iyisi, Ali Abbasi’yi Skype üzerinden Stockholm’da arayıp bir İranlının trolleri nereden çıkarttığını kendisine soralım.”[13] Bunu yazan, kușkusuz ki 2002’de İsveç’e göç etmiş bir sanatçının konu seçimini “masum” bir “iyi niyetle” kökenine dayanarak sorgulamaya kalkışmıştır… İyi niyetle de olsa yabancı gördüğü birine konu seçimini empoze edici, tam da Nino Haratischwili’nin “sömürgecilikçi”[14] dediği sahipleyici, aşağılayıcı bir tutumu sergilediğini ise aklından bile geçirmemiştir. Duyarlılıktan uzak bu tutum, önyargılı bir yönlendirme içerip aşağıda değineceğim “framing” konusu için bir örnek olușturuyor, ayrımcı tutumların gündelik ve mesleksel hayatta ne kadar yaygın ve “normal” olduklarını da gösteriyor.

Ali Abbasi ise söz konusu söyleşide kökenine yönelik soruya şöyle bir yanıt verdi: “Kimlik politikaları çağında yaşamaktayız. Kökenimi değiştirmem mümkün değil tabii. Ancak kimlik benim için akışkan bir şeydir, tıpkı grup aidiyetleri, siyasal ya da cinsel yönelimler gibi.” Abbasi’nin kimlik anlayışını tanımlamak için “akışkanlığa” (fluidity) başvurması, bana da eskiden “göç/göçmen edebiyatı”, bugün daha çok “kültürlerarası edebiyat” etiketi konulan yazarlara ve onların yazınsal ürünlerine bakarken perspektiflerimizin “akışkan” olmasına çağrıda bulunma fırsatı veriyor.

Reframing çağrısı

Sosyal bilimlerde karmaşık bilgilerin seçilip yapılandırılması amacıyla olayların/konuların anlam/bağlam filtrelerine konulmasına “framing” denir. En bilinen örnek herhalde bardağın yarı dolu ya da yarı boş olarak anlatılmasıdır. Bardağın içindeki su miktarı değișmez, ancak ilk ifadede olumlu, ikincisinde ise olumsuz bir anlam çıkar. Framing, anlam/bağlam veren ifade biçimini seçmekle algıyı şu ya da bu şekilde yönlendirmek demek. Buna manipülasyon da denilebilir, karmaşık bilgiyi anlamaya yardım etmek de. Örneğin, habercilikte framing, olayların/konuların nasıl seçilip ön plana çıkartılması, özellikle de hangi bakış açılarına göre sunulmuş olması ile ilgilidir. Robert Entman,[15] frame’leri “bilgi işleyip benimsenmesi için bilişsel yapılar, yorum ve açıklama modelleri” olarak tanımladı; medya yazıları için dört çeşit frame’den bahsetti: sorunun tanımlanması, nedenlerin yüklenmesi, etik değerlendirme, eylem tavsiyesi.

Konumuza dönecek olursak, “sorunlu” gördüğüm mesele, “göçmen edebiyatı” terimidir. Belli çağrışımlara yol açar, özellikle yazarların -varsayılan, belki de sadece atfedilen- biyografik özelliklerini ön plana çeker, doğrudan “biz ve ötekiler” kalıbını aktifleştirir dolayısıyla da -hangi taraf kendini “biz” olarak algılarsa algılasın- ayrımcılığa yol açabilir.

“Reframing” ile ise, frame ile yönlendirilen perspektifi açmak, değiştirmek, bir de çoğaltmak mümkün. “Bir çerçeve tablonun bütünlüğünün kesitini nasıl tanımlarsa, frame de insanın gerçeğe baktığı perspektifi tanımlar. Framing, bakışımızı daraltan bir kavram anlamına da gelir. Bu saptamanın dışına çıktığımızda, yeni düşünceler, hayaller, yorum/açıklama olanakları doğabilir.”[16]

“Göçmen edebiyatı” yerine “edebiyatta kültürlerarasılık/çokkültürlülük” demekle perspektif değişir, birçok farklı bakış/algı olanağı doğar. Kökenleri herhangi bir şekilde “farklı” olan yazarları (ve yapıtlarını), bundan böyle ayrı bir görüngü olarak değil de her edebiyatın içsel, kurucu ve yapıcı, vazgeçilmez, öteden beri mevcut olan ve hep mevcut olacak bir parçası olarak algılayabiliriz. Bir de, bir tür grup/topluluk/kitle olarak değil, hangi konuları ne zaman nasıl ele alacaklarını, kendilerini, neyi ve nasıl algıladıklarını ve algılanmak istediklerini kendileri belirleyen bireyler olarak ele alabiliriz.

Tek Almanyalı, tek Türkiyeli, tek şu-bu sesin olmadığı gibi doğal olarak “tek bir göçmensel ses” de mevcut -ve mümkün- değil: “Tek bir bakış açısı yetmez. Çünkü bakış açılarımız olabildiğince ayrı ayrıdır.”[17]

#buralıyım ben de…

“Nicedir çeşitlilik sahibi, çoğulcu bir ülkeyiz.”[18] Almanya öteden beri bir göç ülkesidir, nihayet 2001 yılında da bu gerçek resmen tanındı. Toplumsal gerçeğin kanunen kabul edilmesiyle bazı temel değer ve ilkeler de değiştiği için yeni bir toplum oluşmaya başladı. Dolayısıyla, bu yeni topluma sadece sınırların ötesinden gelenler değil, bu topraklarda doğup ve fakat farklı bir toplum anlayışıyla büyümüş olanlar da girmeli, yani “göç” etmeli.[19] Bu anlamda, burada yaşayan hepimiz göçmeniz, hem de birinci kuşak göçmeniz “yeni” Almanya’da. Fatma Aydemir ile Hengameh Yaghoobifarah’ın Eure Heimat ist unser Albtraum’un önsözünde belirttikleri gibi, herkes, nasıl bir toplumda yaşamak istediği konusunda karar vermeye, ona göre harekete geçmeye, toplumsal söylemde fikir ve konsensüs oluşturmaya katılmaya davetlidir. Ben de #buralıyım, kararımı çoktan verdim ve “Siyahî veya Musevi veya Müslüman veya kadın veya queer veya non-binary veya fakir veya özürlü olsun her bireyin eşit haklara sahip olduğu bir toplumda”[20] yaşamak istediğim için konuştum.

Son söz yerine…

Hızlı trenin restorantında. Tanımadığım bir adam: “Nerelisin?”
Ben: “Bonn’luyum.” O: “Aslen nerelisin?”
Ben: “Siegen’liyim.” O: “Yok, doğumlu yani.”
Ben: “Siegen doğumluyum.”
O, sinirlenmiş halde: “Ataların nereli?”
Ben: “Onlar Afrikalı. Seninkiler de.” #buralıyım

Mehmet G. Daimagüler @DaimagM, Twitter 24-02-2019[21]

t24.com.tr