19. yüzyılın sonlarında, Budapeşte’de bir eğlence bölgesi olarak İstanbul’un kocaman bir modelinin kurulduğunu duymuş muydunuz? Aslında adı İstanbul değil elbette, o dönemlerde Avrupa’da İstanbul şehri Konstantinopolis olarak biliniyordu! Budapeşte’de kurulan bu merkezin adı da Macarcasıyla: “Konstantinapoly Budapesten”, yani “Budapeşte’deki İstanbul” idi.
İçinde Bâb–ı Âli “Ayasofya”, “İstanbul Sokağı”, “Çarşı”, “Yeniçeri Meydanı”, “Galata Meydanı” “Kervansaraylar”, “Boğaziçi” bulunan, kafeler, restoranlar, temsil ve sergi salonları da içeren “Budapeşte’deki İstanbul” aynı anda 40 bin ziyaretçiyi kabul edebilecek muazzam bir alana yayılmıştı.
Orta Avrupa’nın yükselen yıldızı: Budapeşte
1900 yılı Macarların Orta Avrupa’daki bu topraklara yerleşmesinin 1000. yıldönümüydü. Bu nedenle “milenyum” adı altında büyük kutlama törenlerine hazırlanılıyordu. “Buda”, “Peşte” ve “Obuda” adı altında birbirinden idari olarak bağımsız konumda olan şehirler 1873’de Budapeşte adıyla birleştirilmişti. Milenyum kapsamında da şehrin çehresinin bir İmparatorluğun başkentine layık olabilmesi için yeniden şekillenmesi amacıyla dev projelere başlanmıştı. Kahramanlar Meydanının, Andrassy Caddesinin, Kıta Avrupasının ilk metrosunun temelleri atılıyordu. Şehrin her köşesinde bir villa, bir köşk inşa ediliyor, sonraki yüz yıl boyunca şehrin mimari karakterini belirleyecek müzeler, saraylar projelendiriliyordu.
O yıllar Macaristan’da ekonominin de hızla geliştiği yıllardı. Ülke Osmanlı egemenliğinin ardından Avusturya’nın hegemonyası altına girmişti. Bu bağımlılık yüzyıllardır bitmeyen gerginlikleri ve çok kez isyanlarla patlayan bağımsızlık savaşlarını beraberinde getirmiş, ancak Macar ulusal isyancıları sonunda hep kaybetmişlerdi. 1848’deki son bağımsızlık savaşının ardından neredeyse yirmi yıl devam eden gerginlik dönemine 1867’de imzalanan anlaşmayla nihai olarak son verilmişti. Habsburg hanedanı yeni bir savaşın önünü alabilmek için Macarlara “ortaklık” önermişti. Macarlar da bunu kabul etmiş, Avusturya ve Macaristan, iki başkentli bir imparatorluk olma konusunda anlaşmışlardı. Artık bu devlet Avusturya Macaristan İmparatorluğu olarak anılacaktı.
Toplumsal barış Macaristan ekonomisine büyük bir ivme kazandırmıştı. İmparatorluğun Avusturya merkezi öncelikle Kuzey, Batı yönünde bağlarını güçlendirirken, Macaristan da Güney ve Doğu yönünde, yani Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğu istikametinde imtiyazlarını genişletiyordu. Ülkede refah da, gelişen ticari ilişikler nedeniyle gözle görülür şekilde artıyordu. Önem kazanan ticaret ve ülkede yenliklere açık liberal yapı Orta ve Doğu Avrupa’nın değişik ülkelerinde yaşayan ancak baskılardan bunalan Musevi kesimin de Budapeşte’ye yerleşmesi fırsatını yaratmıştı. Bu ise çok büyük bir sermayenin Budapeşte hayatına girmesi anlamına geliyordu.
Ancak kalkınan sadece ekonomi değildi. Kültürel hayat da, Orta Avrupa’nın bu küçük başkentinin, benzerlerini fersah fersah geride bırakan bir hızla geliştiğinin işaretlerini veriyordu. Şehirdeki özgürlük ortamı, bölgedeki diğer ülkelerle kıyaslanamayacak kadar zengindi. Bu da kendini, sanat ve edebiyatta gösteriyordu. Tiyatro ve eğlence merkezleri Budapeşte’nin en dinamik bir şekilde gelişen kültür sektörünü oluşturuyordu. Sürekli yeni kafeler ve eğlence merkezleri açılıyor, insanlar gece gündüz buraları ziyaret ediyordu. Yazarların daimi çalışma mekânlarını da oluşturan bu kafeler sosyal hayatın merkezleri olmuşlardı.
Şehirdeki parıltılı gece hayatı
İşte bu elverişli ortam Budapeşte’de yüzlerce görkemli kafe ve eğlence yerinin kurulmasının temelini oluşturmuştu. Bu sektörün en tanınmış isimlerinden biri de Karoly Somossy’di. Küçük bir sokak satısının oğlu olarak dünyaya gelen Somossy tipik bir maceraperestti. Avusturya’ya karşı ulusal orduya yazılıp bağımsızlık savaşına katılmaktan, Hollanda’da bir sirk yönetmeye kadar çok değişik işlere girmiş çıkmış ve sonunda kendini Peşte Broadway’i olarak da bilinen eğlence merkezlerini kurma işine vermişti. Yeni boy veren gece hayatının mimarıydı. Onun kuruluşunda ön ayak olduğu ünlü mekân, Budapeşte’ye damgasını vuran, müzik, şarkı ve dans, yani eğlence merkezi Orfeum idi.
İşte “Budapeşte’deki İstanbul” projesi kısa sürede bu alanda kendini ispatlayan ve çok para kazanan bu dâhinin kafasında şekillenmişti. Kıyafetlerini Londra ve Paris’ten getirten, bir akşam yemeği için bir memurun 5 yıllık gelirini harcamakla övünen, kadın ve gösteriş düşkünü Somossy büyük düşünüyor, büyük oynuyordu. “Budapeşte’deki İstanbul”u kurarak, doğu dünyasının gizemli cazibesini yüz binlerce Budapeşte sakinine sunmayı ve büyük paralar kazanmayı umuyordu.
O yıllarda Paris ve İstanbul arasında seferler yapan ve öncelikle dönemin aristokrat ve burjuvalarına, seçkin sanatçılarına hizmet veren Orient Express de Doğuya olan ilgiyi arttırmıştı. Ancak orta tabaka elbette Orient Express’le İstanbul’a yolculuk edebilmek lüksüne sahip değildi. Somossy’nin dehası burada ortaya çıktı: “İstanbul’a gidip doğuyu görmek isteyen ancak gelirinin azlığı nedeniyle için bunu asla yapamayacak olan insanlar için İstanbul’u onların ayağına taşırız!”
Bugün ünlü Gellert Otelinin bulunduğu noktadan güney istikametinde ve hemen Tuna nehri kıyısında o yıllarda eni 550 metreyi bulan bir göl vardı. Tuna nehrinin ıslah edilmesine bağlı olarak oluşturulan bu yapay bu gölün ortasında küçük bir ada da bulunuyordu. İşte bu göl ve çevresi böyle bir eğlence bölgesi oluşturmak için son derece ideal bir yerdi. Kısa sürede projeler hazırlandı. Cebinde beş kuruş yatırım sermayesi olmamasına rağmen gelecek vaat eden projesiyle ve ikna gücüyle Somossy sermaye de buldu. Ortaklarından biri de Osmanlı tebaasından Sadullah Levy idi. İki ay gibi olağanüstü kısa bir sürede inşaat tamamlandı ve 1886 yılının Mayıs ayında “Budapeşte’deki İstanbul” büyük bir havai fişek gösterisiyle hizmete açıldı.
Budapeşte’de ışıklar içindeki Boğaziçi
Gölü boydan boya kaplayan ve on metre genişliğindeki ahşap bir köprü inşa edilmişti. Bu köprüde süslü yüksek direkler üzerine yerleştirilmiş otuz kadar elektrik lambası gece tüm bölgeyi ışıltılar içinde aydınlatıyordu. İstanbul’da elektriğin ilk kez 1912’de Silahtar’da üretildiğini, cadde ve sokakların ise elektrikle ancak 1920’lerde aydınlatılmaya başlandığını düşünürsek, Budapeşte’de 1896’da kurulan ve elektrik lambalarıyla aydınlatılan “Budapeşte’deki İstanbul”un önemi daha iyi anlaşılır. Ziyaretçi “Boğaziçi” adı verilen bu köprüyü geçince Galata Meydanı’na ulaşıyordu. Bu meydanda Sadullah Levy tarafından işletilen dükkanlar vardı. Bu dükkânlarda kilim ve halılar, altın işlemeli kıyafetler, ince dokunmuş ipek tüller, gümüş ve değerli eşyalar, İstanbul işi, büyük bir ihtimalle Kapalıçarşı bağlantılı ürünler satılıyordu.
Biraz ilerde ziyaretçi başka bir binada Sultan Mahmut’un gümüş yatağının ve padişah eşyalarının bulunduğu otağları görebilirdi. Budapeşte’deki İstanbul’u tanıtan ve son derece profesyonel olduğu bugün bile arşivlerden görülebilen reklamlara göre bu eşyalar 16. yüzyıldan kalmaydı.
Yola devam edildiğinde ziyaretçi kendini İstanbul Sokağında buluyordu. Doğunun heyecan veren düzensizliğini, Budapeştelilerin çok sevdiği doğal karmaşıklığını içeren bu sokakta arzu edenler develerle ve merkeplerle tur atabilirdi. Elbette develerin ve merkeplerin yularları Türk kıyafetli çalışanların elindeydi.
İstanbul sokağı geçildiğinde Yeniçeri meydanına ulaşılıyordu. Küçük İstanbul’u anlatan 1896 tarihli Vasarnapi Ujsag, bu meydanı bu bölgenin en güzel köşesi olarak tanımlıyor. İki yanda dizilen dükkân ve kafeleriyle bu meydan ziyaretçilere tam bir doğu atmosferi sunuyordu. Yeniçeri meydanı ve Galata Meydanı açık alanda şarkıların söylendiği, sokak gösterilerinin yapıldığı bir alanlar olarak tasarlanmıştı. Yeniçeri meydanında bir bina Türk kahvehanesi olarak hizmet veriyordu. Yaşlı kadınlar kahve falına bakıyordu. Bu kafede Türkçe şarkı ve türkülerin söylenmesinin yanı sıra dansözler de sahne alıyordu. Elbette dansözler doğunun gizemli kıyafetleri ve şeffaf tülleri arkasına gizlenmiş Macar sanatçılardı.
Somossy’nin ortağı Sadullah Bey, dönemin gazetelerinde çıkan haberlere göre sadece Osmanlı’dan deve ve merkep getirtmekle kalmamış, gölde gezinti yapmak için İstanbul’un Sadabad kayıklarını da edinmişti. Dönemin Macar gazeteleri Osmanlı kayıklarıyla göl gezintisinin “unutulmaz” olduğunu vurguluyorlardı. Elbette kayıkçılar da başları fesli Macar çalışanlardı.
Gazetelerde Budapeştelileri eğlence merkezine çekmek için olsa gerek “Küçük İstanbul’da gerçek harem de var” ilanları veriliyordu. Harem düşüncesi batılı erkeklerde elbette yürek hoplatan çağrışımlar yapacaktı. Ancak bunun Budapeşteli kadınları da ürkütmemesi gerekiyordu. Sonuçta bu büyük mekân “aile eğlencesi” sunan mazbut bir alandı. Pesti Hirlap gazetesinde 24 Mayıs 1896’da yayınlanan şu satırlar bunu kanıtlamaya çalışıyordu:
“Şu hususu vurgulamamız lazım ki, burada Türk hayat tarzı, her yönüyle ve orijinal olarak tanıtılmaya çalışılıyor. Yani islam din ve gelenekleri ve bu temelde yükselen hayattan bahsediyoruz. Harem derken burada sahte haremi, yani bir aile babasının çoluk çocuğuyla gitmekten imtina edeceği yerleri kastetmiyoruz.”
Temsil salonlarında Ulusal Tiyatro üyeleri Macar-Osmanlı tarihinin önemli dönüm noktalarını anlatan temsiller veriliyordu. Elbette dönemin en önde gelen tiyatro sanatçıların da yer aldığı bu temsillerde kullanılan kostümler de dönemin Osmanlı kıyafetleriyle tam bir uyum içindeydi.
Hiç akla gelmeyen bir engel Budapeşte’deki İstanbul’un sonu oldu
Eğlence bölgesinin açılışı inanılmaz büyük bir kalabalığı çekmeyi başarmıştı. Giriş ücreti çok düşüktü. Daha sonra eğlence alanındaki harcamalar için ayrıca ödemeler yapılması gerekiyordu. İlk haftalar o kadar başarılı olmuştu ki, şehir yönetimi “Budapeşte’deki İstanbul” eğlence merkezi için Tuna üzerinden Peşte’den Buda yakasına özel vapur seferleri de koydu, hatta bölgeye özel tramvay hattı çekilmesi konusu şehir belediye meclisinin gündem maddelerinden biri de oldu.
Ancak bu çok parlak başlangıç umulduğu gibi yükselen bir grafik çizemedi. Büyük umutlarla ve çok büyük kaynaklar yatırılarak hayata geçirilen proje ancak altı ay dayanabildi. Bunun nedeni ise hiç hesaba katılmayan bir faktördü: bölgeyi sivrisinekler istila etmişti! Göl çevresindeki sazlık ve bataklıklarda bir türlü kurutulamayan sivrisinekler, o yıl hiç ara vermeden yağan yağmurun da etkisiyle bütün eğlence merkezini istila etmişlerdi. Sivrisinekler nedeniyle ziyaretler kesilince de eğlence merkezi, 1896 yılının sonbaharında, yani açılmasının üzerinden ancak 6 ay geçtikten sonra kapılarını kapatmak zorunda kaldı. Projeyi finanse eden yatırımcıların başvurusu sonucunda 1 Ekim 1896 tarihinde resmen iflas ilan edildi.
Karoly Somossy’ye gelince. Budapeşte’nin gece ve eğlence hayatına damgasını vuran bu unutulmaz maceraperest, Budapeşte’deki İstanbul projesinin iflasından sonra bir daha kendine gelemedi. 1902 yılında yoksulluk içinde kendisini himayesine alan eski temizlikçisinin küçük evinde hayata gözlerini yumdu.
Aradan geçen yüz yıl içinde Tuna nehri tekrar ıslah edildi, yapay göl ortadan kalktı ve ne yazık ki bu büyük kültür eserinden bugüne artık hiç bir iz kalmadı.
Tarık Demirkan-Türkinfo