Yıl 1924. “Saltanata son verilmiş, hilafet kaldırılmış, hanedan mensupları sürgüne gönderilmiştir”.
Hanedan mensupları Avrupa’nın çeşitli yerlerine dağılır, bir kısmının yoluysa Budapeşte’ye düşer… Abdülhamit’in oğlu şehzade Abdülkadir, “beraberindekilerle” Keleti Garı’na iner.
Beraberindekiler; üç eşi (Mislimelek, Macide ve Meziyet Hanım). Üç şehzadesi: Macide’den doğma Necip Ertuğrul (10) ile Alâeddin Kadir (7), sürgün öncesi boşadığı Mihriban’dan doğma Mehmed Orhan (15). “Bir sen, bir ben, bir de bebek” şarkısı o zamanlar daha yok tabii. Ama “bir de bebek” var. Altı aylık Bidar Sultan (üçüncü eş Meziyet Hanım’dan doğma). Kafilenin bakiyesi rakam ile; 1 harem ağası + 4 kalfa +1 hizmetli.
On dört kişi Budapeşte’ye 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ayak basar. Sonrası; su gibi akan şampanyalar, eğlence alemleri, şehzadenin film çeviren karısından feminist feminist hareketler, mahkeme koridorları, polis nezarethaneleri, baston ile adam dövmeler, dayak yemeler (hem de karısının arkadaşı Lulu’dan), tefecilerle dostluk, parasızlık, aşk, kan, kin, gözyaşı… Şehzadenin Budapeşte’deki dokuz yılında; ne ararsan var. “Yok, yok.”
Bu kez -çoktan anlaşıldığı üzere- Yapı ve Kredi Yayınları’ndan Nisan 2024’de yayımlanan “Budapeşte’de Bir Osmanlı Şehzadesi” hakkında yazacağım; hatta galiba yazmaktayım.
Şehzadenin Budapeşte’ye gelişinin yüzüncü yılında yayınlanan kitap, temelde gazete haberleri ve eşlerinden Macide’nin yazdığı otobiyografik kitaba dayanıyor. Belgelere dayandığı için, türü belgesel. Ama şehzadenin “hayatı roman”. Öyle olunca da ortaya roman tadında dokümanter bir kitap çıkmış. Kitabın yazarı Tarık Demirkan. Gazeteci, yazar, çevirmen. Macaristan’dakilerin yakından tanıdığı bir isim, Türkinfo Vakfı Başkanı, bir çoğumuzun Tarık ağabeyi. Demirkan, uluslararası ilişkiler doktoru olması nedeniyle olayları; Macaristan, Türkiye ve dahi dünya tarihi boyutu ile siyasi bağlamına oturtarak aktarmış. Araştırmacı gazeteci tavrını baştan sona elden bırakmamış, karakterlerin tümünü mesafeli bir yaklaşımla kaleme almış. Yer yer pespayeliğin en üst boyutunun sergilendiği olayları bile “vulgarizm”e düşmeden anlatmış. Mesela; kitap şehzadenin karısına gayet saygılı ve dikkatli yaklaşıp “Macide’nin sevgilisi olduğu söylenilen” diyor. Bense kitabı okurken sayfanın kenarına tükenmez kalemle not almışım; “Macide’nin tıngırdadığı iddiası!” Yetmemiş bir de ok çıkarıp iddiaya konu adamın adını yamuk bir halkayla çevrelemişim.
Okurken yirmili yıllar Budapeşte’si bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. İtiraf edeyim; magazin ihtiyacım da bir hayli tatmin oldu. Duygu dolu bir okuma süreci geçirdim. Şehzade kadınları başka kadınlarla aldattıkça hep aynı nidayı -o üç harfli olanı- ünlediğimi fark ettim. Hayır “cin” değil. Ortadaki harfi H. Sondaki A. Baştaki harfi yazayım mı? Yazmayayım. Veya yazıyorum: O. Başka türlüsü mümkün değil. Şimdi anlatacağım, vereceğim örnekten niye’si anlaşılacak.
Kitaptaki seçmelerden ortaya karışık bir demet:
Şehzadenin Budapeşte’ye varışından birkaç gün sonra bebeği menenjitten ölmüş. Gülbaba türbesine gömmüşler… Derhal alemlere akmaya başlamış. Üzüntüden diyelim. İnsan bünyesi farklı tepkiler verebilir diyelim. Hadi diyelim… Neyse efendim, gece kulüplerinden birinde 16 yaşındaki Macar bir dansözle tanışmış. Iréne adındaki bu kıza aşık olmuş. Evlilik teklif etmiş demeye dilim varmıyor, evdeki üç karısından sonra dördüncü karısı olmayı teklif etmiş. Cahil Macar kızını bu durumun yasal olduğuna ikna etmiş ve kısa sürede birlikte yaşamaya başlamışlar. Aynı hızla dansöz hamile kalınca kendisinden soğumaya başlamış ve nihayet minik bebek Szelim Otto Orbán ıngaalarıyla yeri göğü inletince; “Garsoniyerde ben bebek ağlaması çekemem” diyerek kızı bebeğiyle kapı dışarı etmiş. Evet, evet… gelsin o “Üç Harfli” Nida!
Seçmelerden bir demet devam ediyor…
Şehzadenin karısı Meziyet’in, “kocasının yüzüne kezzap atmasından korktuğunu” söylediği röportajı okurken hem kızdım hem sarsıldım. Zaman mekân farkı gözetmeksizin kadın olarak, bir hanedan mensubunun yüz yıl farkla şarkıcı Bergen’le eşitlenebildiği bir kadınlık düzleminin varlığı beni sarstı. Bizim topraklarda kadının kaderi kederi. Payına düşen bu.
Kitapta, yaşananlara üzülünesi yerler de var tabii:
Ömründe patatesi soyulmamış halde görmemiş şehzadenin yoksulluğuna üzüldüm mesela. İaşeyi temin için neler neler yapmış… Gazetelere ilan bile vermiş. “Babamın sarayından bana miras kalan halıları acil ihtiyaç nedeniyle satmak istiyorum. İmza: Abdülkadir”. Bir başka sefer caz band kurmuş. Orkestrası ile kafelerde keman çalmaya başlamış. Bu çabası da ekonomik buhrana kurban gitmiş. O, para kazanmak üzere yetiştirilmemiş biri.
Aksiyon hiç bitmiyor. Bir seferinde kâtibini Bristol otelde herkesin gözü önünde pataklamış… Kâtip de karşılık vermekle kalmamış, bir de mahkemenin yolunu tutmuş. Başka bir sefer polis merkezine giderek karısı Macide’yi hırsızlık yapmakla suçlamış. Özetle; şehzade Budapeşte’de kaldığı 9 yıl boyunca çoğu kez davalı veya sanık olarak mahkemede. Dolandırıcılık, hakaret, yalancılıkla suçlanmış… Ya da gazetecilere karşı açtığı hakaret, iftira ve onları yalan haber yapmakla suçladığı davalar var. Basın mensuplarıyla karşılıklı davalaştığı dosyaların listesi bir hayli kabarık. Öte yandan alacak davalarının borçlusu. İcralık oldukları da mevcut… Eski, yeni, eskisinden bir önceki karılarının nafaka ve tazminat talepli davaları da… Kitapta şehzadenin karıştığı toplam 22 dava ve şikâyet anlatılmış. Bu itibarla, Macar hukukuna katkıları olmuş olabileceğini düşünüyorum. Özellikle; Macaristan’daki Fikri Sınai Haklar, Telif Hakları ve dahi Basın Yayın Hukuku‘nun şehzade sayesinde geliştiğine yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Yirmili-otuzlu yaşlarımı sürüyor olsaydım, kesinlikle “Zamanın Bilirkişi Raporları Işığı Altında, Bir Osmanlı Şehzadesinin Macaristan’daki Basın ve Tazminat Hukukunun Gelişmesindeki Rolü” konulu bir doktora tezi yazmayı isterdim.
Kitabı okurken çok şaşırdığım bir husus da, koskoca dilbilgini Türkolog Gyula Germanus’un duruşmalarda şehzadeye çevirmenlik yapması. Hem de bir değil, çok defa. Oldu olacak, şuracığa Germanus’un bulunduğu davalardan da küçük bir seçki bırakayım:
Şehzadenin evinden halıları haczedilmiş, yeddiemin sıfatıyla kendisine bırakılmış, ancak borç ödenmeyince malın muhafazası için yeniden şehzadenin evine giden icra memuru ve avukat, halıların yerinde yeller estiğini görmüş. Tabii zabıt tutulmuş, bilahare “icradan mal kaçırma suçlamasıyla” hakkında dava açılmış. İşte bu davada şehzadenin çevirmeni, Macar Kraliyet Akademisi öğretim üyesi Gyula Germanus.
Yine bir başka davada… Şehzade bir tefeciden borç para almış, Ermeni halıcı Avancsian da şehzadenin borcuna kefil olmuş. Borç ödenmeyince alacaklı, kefili daha garanti görüp halıcıyı sıkıştırmaya başlamış. Bu hususu görüşmek üzere Sahak Avancsian şehzadeyi dükkanına çağırmış. Şehzade yanına Banker adlı bir dergide çalışan Musevi István Fehér’i alarak gitmiş. “Şehzadeden çok şehzadeci” olan Musevi, Ermeni halıcıya hakaret etmiş. Halıcı da “bana hakaret etti” diyerek şikayette bulunmuş. Bu davada şehzade tanık. Çevirmeni de Germanus. Davanın ayrıntıları bir hayli eğlenceli.
Lajos Lukákovics davası keza. Buysa, şehzade tarafından açılan bir dava. Lukákovics, şehzade hakkında bir yazı yazmış ve karısı Macide ile olan boşanma davasında şehzadeyi sahte evrak düzenlemekle suçlamış. Davada Dr. Gyula Germanus hem çevirmen hem de bilirkişi. Sahteciliğe konu evrak şehzadenin karısından boşanmasına ilişkin olduğu için Profesör Gyula Germanus’tan bilirkişi görüşü istenmiş. Konu; “Abdülkadir Türk vatandaşlığından ihraç edilmiş olsa bile Müslümanlığını muhafaza ettiğine göre acaba evliliğini bu şekilde sona erdirme hakkına hâlâ sahip mi? “.
Boşanmanın taraflarının (Macide ile Abdülkadir) bağlı olduğu hukuku tayinde zorlanan mahkeme Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarının uygulanacağını kabul edemezdi. Çünkü şehzade ve karısı Türk vatandaşı değil, vatansız statüsündeydiler. Ortada ne Mecelle ne de Osmanlı kalmışken, mülga bir kanunun uygulanacağını kabul etse ve şehzadenin “boş ol” demesiyle hukuki işlemin bittiğini anlayacak olsa dahi, mahkeme şehzadenin kendi kendine “boşanma ilamı“ yazabileceğini anlayamıyordu. “Ben kanunum, mahkemeyim, yargıcım, herşey, ama herşey benim”. İşte bunu seküler kafalar öldüm Allah anlayamıyorlardı.
İçinden çıkılmaz hale gelen bu milletlerarası özel hukuk soru ve sorunundan sıkılmış olmalılar ki, duruşmalar sırasında konu sünmüş sünmüş ve “bakalım şehzade gerçekten de şehzade mi?” meselesine kadar dayanmış. Mahkeme mecburen “şehzadeliğinin tahkikatına” girişmiş. Abdülkadir’in hanedandan olduğu kolayca kanıtlanmış. Nihayetinde şehzade davayı kazanmış.
Zaferinin keyfini sürmek şöyle dursun, Macar basını yüzünden Budapeştelilerin diline düşmüş. Zira; ertesi günü gazeteler “Abdülkadir kendini kanıtladı” başlığı ile şu şiiri yayınlamış:
Abdülkadir Kendini Kanıtladı
Çok Yaşa, Yaşasın
İşte belge, her şey tamam
Kayıtlara alınsın
Abdülkadir bir şehzade
Aman aman bu çok yaman
Bu artık resmi karar
Ancak cepte mangır yoksa
Bu unvan neye yarar?
Buraya kadar anlattıklarım, kitaptakilerin çok azı. Geri kalanı okuyacaklara sürpriz olsun. Tanıtım yazısının kısası makbul. Artık yazıyı bitiriyor ve son sözümü söylüyorum:
Herkesin ortak hissiyatı ile;
Yaşasın Cumhuriyet!
Not: Budapeşte’de kitabı edinmek isteyenler, 2 Haziran Pazar günü Andrássy caddesi 98’de saat 16.00 da yapılacak olan kitap toplantısına katılabilir, kitap hakkında soru sorabilir, dahası kitabı alarak yazarına imzalatabilirler.
Sunahan Develioğlu – Türkinfo
Harika bir yazı.