O sabah, şanslı bir sabahtı. Her ayın ilk pazar günü kurulan Miskolc’un büyük bit pazarında, yere serilmiş kitapçı tezgahında iki Kertész kitabı birden bulup, çok uygun fiyata almıştım. Macar baskısı olan (1980’lerin başında yayımlanmış olmalı) pek matah değildi doğrusu, hatta bir fotoğraf kitabı için düpedüz kötü olduğu bile söylenebilirdi. Yine de aldım, çünkü içinde, Kertész’in Macaristan dönemine ait, daha önce görmediğim çok sayıda fotoğraf vardı. Diğeri kalın kapaklı, şömizli ve kaliteli kağıdı olan, 1982’de New York’ta yayımlanmıştı.
İlk kez bir Kertész fotoğrafıyla karşılaşmam oldukça geçtir. Zaten fotoğraf deyince aile ve basın fotoğraflarını bilirdik. Fotoğrafçı, “Başını kaldır, çeneni indir, gülümse ama o kadar da çok değil” diye komutlar verip duran, sevimsiz adamdı. Şimdi düşününce anlıyorum ki iyi bir yanı da varmış bu resmi sürecin; fotoğraf çektirmek için oturduğunuz pufun üzerinde ip gibi gerilmişken, fotoğraflanan şeyin tam da siz olmadığınızı hissederdiniz.
“Bir gösteri nesnesi olarak fotoğraf”a ilgi duymaya başlamam, 80’lerin ikinci yarısında sahafta dergi karıştırırken gördüğüm bir Werner Bischof fotoğrafına vurulmamla başlamıştı. Japonya’da çekilmiş bir fotoğraftı bu. Katsura Sarayı’nın çay evlerini birbirine bağlayan bahçesinde, kar altında şemsiyeleri ve geleneksel kıyafetleriyle yürüyen iki kişiyi gösteriyordu.
Beyoğlu’ndaki sahafları dolaşıp, bulduğum bütün fotoğraf yıllıklarını (Photograpy Annual) toplamaya başladım. Alfred Stieglitz, Henri Cartier Bresson, Robert Frank, Dorothea Lange, Eugéne Atget, Nadar, Ansel Adams ve elbette Andre Kertész ile tanışmam o yıllıklar sayesinde oldu.
Kertész’in gördüğüm ilk fotoğrafları, fotoğrafçının New York’ta Washington Square Meydanı’na bakan evinin penceresinden çektiği bir dizi fotoğraftan birkaçıydı. İyi kotarılmış işlerdi, arka planda bir resim bilgisi olduğu hemen fark ediliyordu. Daha o sıralar ustanın Paris ve Macaristan dönemi işlerini görmemiştim. Kertész fotoğraflarına girişim, “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi”ndeki gibi sondan başa doğru, tersine bir güzergah izleyerek oldu.
Güneşli, ayaz bir kış günüydü. Pazarcılar her zamankinden de erken toplanmaya başlamışlardı. Arabayla eve gelirken, Batı yayılmacılığının Orta Avrupa’daki simge mekanlarından Spar’a uğrayıp peynirler, salamlar, şaraplar ve baget ekmek aldım. Saat üç gibi, akşam alacası bastırmaya başlamadan önce, mutfaktaki masada tezgahı kurmuş, ışığı yakmış, sabahın köründe aldığım kitaplara odaklanmıştım.
Fotoğrafa bakmak, daima dondurulmuş bir zamana yolculuktur ve bazen bir kuyudan aşağı eğilmek gibi baş döndürücü olur. Belli ki Kertész fotoğrafları içinde kaybolmuştum. İnsanlar elbette, özelikle Avrupa’da çektiği fotoğraflarda ağırlıklı bir yer tutuyorlardı. Macaristan’da çalıştığı yıllardan kalanlarda kırsal alanlar, çocuklar ve hayvanlar, çiftler, askerler ve çingeneler ağırlıktaydı. 1925’te gittiği ve derhal avangart çevre içinde kendine yer bulduğu Paris’te bütün bunların yanısıra parklar (ki pasajlarla birlikte modernizmin kaleleridir), kent sokakları, boş sandalyeler, vitrinler, gözlükler, pipolar, gölgeler ve kentin sanatçı göçmenlerinin portreleri de sızmıştı fotoğraflarına. Paris dönemi onun fotoğrafçılığını olgunlaştırdığı yıllardı. Çoğunluk tepeden bir bakışla kurulan kusursuz bir geometriye sahipti bu fotoğraflar, ışıklar ve gölgeler zaman zaman varoluşsal derinlikler kazanıyordu. Katmanlı yapılar oluşturuyordu ama hepsinden öte sokaktaki sıradan insana ve nesnelere odaklanmıştı Kertész. Belki de ilk kez onun fotoğraflarında, gündelik hayatta görüp geçtiğimiz sıradan şeylerin estetik değerleri ortaya çıkıyordu. Paris’teki bu canlı kent, New York’ta çektiği fotoğraflarda başkalaşmıştı: Çatı katının penceresinden bakan heykeller, ölü doğalar, pencereden görülen karlar altındaki parkın şiirsel ve geometrik çeşitlemeleri, çatılar… İnsan varsa bile ancak dürbünün ters ucundan görülüyordu New York fotoğraflarında.
O pazar gününün üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, şimdi Ayvalık’ta yeniden bakıyorum Kertész fotoğraflarına. Üzerine yazılmış şeyleri okuyorum, bulabildiğim kadarıyla. Bunların kimilerinde, sanki fotoğrafçının ayrıca bir yaşantısı yokmuş gibi, doğrudan fotoğrafları üzerinden yapılmış değerlendirmelere rastlıyorum. Sanatçının yaşamıyla, ürettiğini ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğini söyleyenleri bir noktaya kadar anlamakla beraber, ikisini bütün bütüne birbirinden ayırmayı aklım almıyor benim. Hele Kertész gibi ölüp küllerinden yeniden doğmuş ya da Sisyphos gibi bir kayayı silbaştan o tepeye çıkarmış birinin yaşamı sözkonusuysa.
1894 yılında, orta sınıf Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Budapeşte’de doğuyor. 1912’de, 18 yaşındayken küçük bir fotoğraf makinesiyle gündelik hayatı görüntülemeye girişiyor. Söylediğine göre esin kaynağı o zamanın popüler resimli aile dergilerinde gördüğü tahta ve taş baskı resimlermiş. Hepi topu iki yıl sürmüş bir macera. 1. Dünya Savaşı için askere alınıyor. 20. yüzyılın bu ilk büyük kitlesel katliamından sağ olarak çıkmayı başarıyor, üstelik kimi fotoğraflar da var terkisinde. Savaş sonrası Budapeşte’si, Avrupa’nın savaştan yenik çıkmış başka kentlerinde de olduğu gibi, genç bir adamın hayatta kalması için pek fazla imkan sunmuyor. Bir süre baba mesleği borsacılığı deniyor. Sonra kamerasını alıp yeniden sokaklara vuruyor kendini. Çektiği fotoğraflarla kısa sürede Budapeşte’de bir avangarta dönüşüyor. Bu da demektir ki Paris’e doğru yola çıkması kaçınılmaz.
Kertész’in 1925’de Paris’e geldiği dönemde Avrupa’da foto muhabirliği henüz emekleme aşamasındaydı. Kertész onu hızla ayağa kaldırmış görünüyor. Sonraki üç yıl içinde İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’dan çok sayıda dergi ve gazetenin serbest fotoğraf muhabiri olarak çalışıyordu. 1927’de ilk kişisel sergisini açtı ve bir yandan fotoğraflarını çekerken, Paris’in göçmen sanatçıları arasında yerini aldı: Mondrian, Chagall, Calder, Eisenstein…
İçinde durduğu çevre onun fotoğrafa yaklaşımını da derinleştirdi. Mondrian yakın arkadaşlarından biriydi. Ölü doğa ya da çıplak kadın bedenleri üzerinde farklı estetik arayışlara girişti. Efsane Leica firmasının, profesyoneller için üretilmiş yeni kamerasını kullanması için ricacı olduğu ilk isimlerden biriydi (1928). 1932’de Atlantik’in öbür yakasında, New York’ta “Modern Avrupa Fotoğrafı” başlığı altında 35 işi sergilendi. 1933’te Budapeşte’de Elisabeth Sali ile evlendi.
Paris yılları doludizgin bir başarı hikayesidir. İsmi kentle özdeşleşmiş sanatçılardandı. Nitekim 1936’da dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından biri olan Amerikan Keystone Stüdyoları ile bir yıllık kontrat imzalayıp, New York’a gitmeye karar verdiğinde; yola çıkmadan önce bir Fransız hükümet yetkilisi kapısını çaldı ve kendisine kalması karşılığında Fransız vatandaşlığı önerdi. O, gitmeyi tercih etti. New York’a gidişindeki saiki tam olarak bilmemiz imkansız. Baştan beri meydan okuyuşlara, arayışlara açık biri olduğu anlaşılıyor. Ama Paris’te, Almanya’dan kaçıp gelen Yahudilerin hikayelerini yakından takip etmiş ve tehlikeyi birçoklarından daha erken sezmiş olması da mümkün.
Şiirsel sinemanın en önemli yönetmenlerinden Robert Bresson, “Kertész deklanşöre bastığında, kalbinin atışını hissederim” demişti. Ne yazık ki bu Amerikalılar için bir şey ifade etmiyordu. Life dergisinin editörleri, 1937’de fotoğraflarını reddederken “bunların çok fazla konuştuğunu” söylemişlerdi. Keystone’daki patronları ise bol süt vermesi gereken bir inek gibi davranıyorlardı ona. Nihayet Keystone’la kontratından kurtulduğunda ise General Gudarian’ın zırhlı birlikleri harekete geçmiş, Naziler inanılmaz bir hızla Avrupa’yı ele geçirmeye başlamışlardı. Dönecek bir ev, kalmamıştı.
Sontag, “şehvetli aşırılıkların sahnesi olan kentte, fotoğraf makinesiyle silahlanmış röntgenci bir yaya” olarak tanımlar modern fotoğrafçıyı. Ki bu imge bence Kertész için de doğrudur. Kent ve sokaklar onun mabedidir sonuçta. Yazık ki 1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, ABD devleti tarafından “tehlikeli yabancı” kategorisine alınır ve sokaklarda dolaşıp fotoğraf çekmemesi için resmi olarak uyarılır.
1944 yılında Amerikan vatandaşlığına kabul edildiğinde, Paris’in o görkemli günleri çok gerilerde kalmıştır. Budapeşte’de borsayı terk ettiği gençlik günleri daha da uzaktadır. Evlidir, yabancı bir ülkededir ve önüne konanı yemek zorundadır: 1947’ye kadar kadın, moda, bahçe ve kırsal yaşamı anlatan dergiler için serbest fotoğrafçı olarak çalışır. Sonra 14 yıl çalışacağı Conde Nast Yayınları’nın kadrolu elemanı olur ve House and Garden dergisi için, iç mekan fotoğrafları çeker. Keşke bir gün biri o uzun aralığın, “ticari” Kertész fotoğraflarının bir derlemesini yapsa. Eminim 20. yüzyıl tüketim toplumunun, en önemli görsel albümlerinden biri olurdu.
Çeyrek asıra yaklaşan süreçte, ne küratörler ne de sanat simsarları onun fotoğraflarıyla bir bağ kurmayı denememişlerdir dersek, abartmış olmayız. Kertész 1962’de Conde Nast’tan ayrılır. Bu McCarthy’ci Amerika’nın, karanlık perdesinin de yırtılmaya başladığı dönemeçtir. Paris mucizesi 40 yıl sonra yeniden tekrarlanmaya başlar. Sergiler, kitaplar, ödüller, satışlar uç uca eklenir. Dünya değişmiştir: Çiçek Çocukları, isyan, başkaldırı… Umut okyanus gibidir. Bugün geriye dönüp baktığımızda, nihayet anlıyoruz ki, dil ve öykülerle hatırladığımız bir dünyanın öldüğü eşiktir orası aslında, yerine görüntüler aracılığıyla hatırlayacağımız yeni bir dünya başlar.
Amerikan baskısı kitaba önsöz yazan eleştirmen Ben Lifson, 1981’de, Kertész 87 yaşındayken, 29 yıldır yaşadığı Greenwich Village’daki Washington Square Park’a bakan dairesinde ziyaret etmiş fotoğrafçıyı. Karısının 1977’deki ölümünden beri yoluna tek başına devam eden adam, artık hareket etmekte güçlük çekiyormuş söylediğine göre, elleri titriyormuş, baş dönmesinden muzdaripmiş ve fotoğraf çekmek için tripoda bağımlı haldeymiş. Ama fotoğraf çekmeyi sürdürüyormuş.
İlk ortaya çıktığı andan itibaren fotoğrafın iki temel iddiası vardı. Zamanı olabildiğince hızlı yakalayıp hapsetmek ve gerçeği temsil etmek. 1888’deki ilk Kodak fotoğraf makinesinin satış sloganı şöyleydi: “Siz düğmeye basın, gerisini biz hallederiz.” Zamanımızda sonsuz hızla, sonsuz çoğaltma (digital görüntü) birleşti. Fotoğraf çektiğimiz kameralar (ki çoğu literatürde cep telefonu diye geçiyor artık), kendilerine göre ayarlıyorlar ışığı ve parlaklığı. Beğenmediyseniz, gerçeği baştan yaratacağınız aplikasyonlar da oracıkta sizi bekliyor. Gerçeğin tanığı olma iddiasıyla yola çıkan bir enstrüman için hazin bir son.
Barthes’ın tespiti çullanıyor üzerimize:
“Bugünlerde görüntüler, insanlardan daha canlı.”
Serhat Öztürk – Türkinfo
Çok güzel bir yazı …Teşekkürler..