Agnes Heller bir tür anti-demokratik rejim içinde bıraktığı ülkesine döndükten hemen sonra kendini bir başka tür anti-demokratik rejimde buldu
Önce Agnés Varda’nın ölüm haberi geldi. Sinematek kurulup faaliyete geçtiği sıra “Yeni Dalga” filmlerini göstererek işe başlamıştı. İlk gördüğüm Varda’nın “Bonheur” (Mutluluk) filmi olmuştu. Sonra başkalarını da gördüm ama belleğimde “Bonheur”ün yeri ayrıdır.
Derken okudum ki Agnes Heller de ölmüş (Macarca “s”ler “ş” okunuyor, yani Anyeş). Bakın onu tanımıştım. Yetmişlerin sonlarında Oxford’daydım. Heller de kocasıyla Avustralya yolunu tutmuştu. Sağda solda dura dura gidiyorlardı. Benim Oxford’lu arkadaşlarıma da uğramışlardı. Öyle tanıştık. Kocası (doksanlarda öldü) Ferenc Feher ile birlikte.
Bundan kısa bir süre sonra bizim 12 Eylül olduğunda Agnes’ten usturuplu yazılmış bir “Ne var, ne yok?” mektubu almıştım.
Sonra yıllarca görüşmedik; bir ara Amerika’da olduğunu duydum. Derken beklenmedik işler oldu: Berlin’de duvar yıkıldı. Ardından daha birçok duvar yıkıldı. Macaristan’ın pro-Sovyet rejimi de göçünce Heller-Feher çifti “yurda döndü”. Agnes’i, sivil konuların tartışıldığı iki ayrı konferansta yeniden görebildim. Yaşlanmıştı tabii, ama dinçti; zihni çok berraktı.
Bazı insanlara şu dünyamız rahat huzur yaşatmıyor. Agnes Heller de bunun nasip olmadığı kişiler arasında.
Macaristan’da orta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmuş. Hele o yıllar için iyi bir başlangıç sayılmaz. Horty gelmiş, Hitler gelmiş. Bu durumda baba gitmiş Auschwitz’e. Tabii gidiş o gidiş. Her nasılsa Agnes’le annesi toplama kampına gönderilmekten kurtulmuş.
Agnes okuyor, üniversite çağına geliyor; savaş bitmiş, Macaristan “Sosyalist” blok içinde. Bir rastlantı sonucu Agnes Avrupa kültürü üstüne bir konferans dinliyor. Konferansı veren Lukacs. Evet, György Lukacs. Kendi anlatımına göre Heller onun anlattıklarından hiçbir şey anlamamış; yalnız, bundan böyle bu konular üstüne çalışmak istediğini anlamış. Eh, bu da az buz bir şey anlamak sayılmaz.
Öyle de yapıyor. Sosyolojiye yöneliyor. Bu sıralarda Macaristan’ın sosyalist önderi Rakosi bir Stalinist. Toplum konularında düşüncelerini dile getiren Agnes Heller, bunları Rakosi’ye beğendiremiyor: Heller’in Komünist Parti’den ilk atılışı!
Elliler Macaristan’ın fırtınalı yılları. 1953’te Stalin ölünce Rakosi’nin mutlak iktidarı bir sarsıntıya uğruyor ve bir süre sonra yerini Imre Nagy’ye bırakıyor. Ama arkasından dolap çevirmeyi bırakmıyor. Bu arada Sovyetler’de ise Kruşçev iktidarını pekiştirmiş. Onun sağlayacağı umulan görece liberal ortamda Nagy de Rakosi’den devraldığı rejimi yumuşatmaya çalışıyor ama Kruşçev’in liberalliği buraya kadarmış. Bildiğimiz olaylar. Nagy’nin idamına kadar uzanan süreç. Onun kültür bakanlığını yapan Lukacs bu kadar ağır muameleye uğramıyor ama bir “parya” olarak kenara itiliyor. Bir süre sonra, Kadar’ın başta olduğu dönemde, Agnes Heller de Lukacs’ın revizyonist v.b. olduğu üzerine kampanyaya katılmaya davet ediliyor ve reddettiği için yeniden partiden kovuluyor.
Altmışlarda onu, tersine, “Budapeşte Okulu” adıyla tanınan ve önemli ölçüde Lukacs’tan esinlenen toplumsal bilimciler arasında görüyoruz.
Sözün burasında bir parantez açıp Lukacs’ın düşünce tarzına da, eylem biçimine de hiç katılmadığımı söylemek gereğini duyuyorum. Ama tabii bu “Lukacs revizyoisttir” gibi kampanyalara varacak bir şey değil. Önemli ağırlığı olan bir kişilik ve elbette çevresindeki insanları etkiliyor. Bazılarını hatta kendi çizgisine de aykırı düşecek şekilde etkileyebiliyor. Lukacs aslında—ya da “bence”—Marksist olmaktan çok Hegelciydi. Bu çerçevede etkilerini gene Macaristan’dan yetişen Marksist teorisyenlerden Meszaros gibi düşünürlerde rahatça gözlemleriz. “Budapeşte Okulu” ise, “genel olarak” diyeyim, Lukacs’a göre daha liberal bir çizgide konuşlanmıştı.
Bu yıllarda Agnes Heller ilginç bir yöne yüzünü döndü: Marx’da “ihtiyaç” kavramı üstüne bir kitap yayımladı. “Kullanım değeri” ve dolayısıyla “mübadele değeri”nin “ihtiyaç”la ilişkilerini inceledi. Bu şekilde “teorize” ve “problematize” ettiği “ihtiyaç” kavramından Marksist teoride hemen hemen hiç yeri bulunmaya “günlük hayat” alanına da geçiş mümkün oluyordu. Heller’in bu özgün katkısı birçok toplumsal bilimciye verimli bir çalışma alanı açtı. Bu yaklaşımın, şüphesiz, klasik “Leninizm”den çok “Gramsci’ci bir Marksist analiz yöntemiyle alışverişi vardı.
Heller pek yerinde durur bir düşünür sayılmaz. Alanı hep geniş olmuştur. “İhtiyaç” kavramından sonra estetik alanına döndü. O alanda da birkaç eser verdi.
Macaristan’a döndüklerini söylemiştim. Dönmesine döndü. Bu gibi durumlarda, yani siyasi diktatörlüklerin dayattığı zorunlu sürgünlerde, “vatana dönüş” mutlu bir olaydır. Ama yukarıda Heller’in bu bakımdan “nasipsizler” kategorisine girdiğini söylemiştim. Evet, onun “vatana” dönüşünden bir süre sonra, sağa doğru istikrarlı bir gidiş tutturmuş olan Fidesc bu yürüyüşünün en dikkate değer elemanı Orban’ı ortaya çıkardı. Belli ki kırsal Macaristan Orban’ı pek sevdi ve bağrına bastı.
Sovyet anlayışının baskısı altında sosyalizmin de ancak baskıcı aygıtlar kurabildiği Doğu Avrupa ülkelerinde, Berlin sonrası “özgürleşme”nin pek derinlere inemediğini biliyoruz. Koşullar bu toplumların gerçekten “demokratik” denecek açılımlar yapmasını engelliyor. Üstelik bu dönemde engeller “dışsal” (yani Sovyet baskısı sonucu) değil, düpedüz içsel. Bütün bu toplumların kendi özgül tarihleri tarafından şekillendirilen demokratik sorunları var. Ama hiçbiri, Heller’in tespit ettiği gibi, demokrasiyi düşman ilan etmiş değil. İşlerin hiç de parlak olmadığı Polonya’da bile, Macaristan’da Orban’ın yarattığı gibi bir “demokrasi husumeti” yok.
Dolayısıyla Agnes Heller bir tür anti-demokratik rejim içinde bıraktığı ülkesine döndükten hemen sonra kendini bir başka tür anti-demokratik rejimde buldu.
Agnes Heller geçtiğimiz temmuz ayı içinde tatile çıkmış ve Macaristan’ın ünlü Balaton Gölü’ne gitmiş. Yüzmeyi çok seviyormuş. Yaşı doksanı bulduğu halde uzun uzun yüzmekten geri kalmıyormuş. Bu sefer de göle girmiş, ama gölden çıkmamış. Cesedini bulmuşlar. Polis bunun bir cinayet falan olmadığını söylüyor ki herhalde öyledir. Herhalde yüzerken geçirdiği bir şey, araştırılıyormuş.
Yani ölümü de bir tuhaf geldi Agnes’in.
Murat Belge – T24
muratbelge@t24.com.tr