25 Kasım 2018’de Médiapart’da yayınlanan Antoine Perraud’nun Ágnes Heller söyleşisini Haldun Bayrı çevirdi.
Kendilerini seçtirmek ve tekrar seçtirmek için tiranlar tarafından içeriden saptırılıp önceden hükme bağlanmış demokrasileri yeniden düşünmek, hatta onları yeniden adlandırmak… 89 yaşında hâlâ Viktor Orbán’ın başına bela olan Ágnes Heller’in kendine saptadığı görev bu. Paris’e uğrayan Macar filozofla söyleşi.
Fransız başkentinde 26 Kasım akşamına kadar onur konuğu Budapeşte olacak http://weekendalest.com/. Macar yönetmen Árpád Schilling’in kefaleti altındaki bu kültür olayı çok zengindi – efsanevi sinemacı Bela Tarr, filmlerinden bazılarını takdim etti. Gelen sanatçı ve entelektüeller arasında Ágnes Heller de bulunuyor. Mayıs 1929 doğumlu, eleştirel Marksist filozof Georg Lukács’ın (1885-1971) talebesi ve destekçisi Ágnes Heller, sosyalizm fikrini yeniden düşünürken, Macaristan’da katılaşmış olan sözde halk demokrasisine zor zamanlar yaşatmıştı.
Kocası Ferenc Feher (1933-1994) ile beraber yazdığı canlandırıcı bir deneme kitabı, François Mitterrand’ın seçildiği 1981 yılında Fransa’da, Maspero’nun ufak dizisinde Michaël Lowy’nin bir sunuşuyla yayımlanmıştı: Marxisme et démocratie. Agnes Heller’in uzun süre boyunca didindiği cephe, bu iki ucu bir araya getirmek için olmuştu. 1977’de Macaristan’dan sürgüne gitmek zorunda kaldığında, önce Avustralya’da, 1986’dan itibaren ise New York’ta ders verdi. Sonunda Marksizmi yüzüstü bırakıp –liberal– demokrasi üzerinde yoğunlaştı. Bugün Budapeşte’de Victor Orbán’ın baş belalarından biri o: hem kadın, hem filozof, hem Yahudi, hem de demokrat…
Genellikle istirahatla geçirilen bir yaşta –89– benzerine az rastlanır bir aşırı etkinlik içindeki Ágnes Heller, vaktizamanında yazılarıyla Marksizmi öğrettiği bir gazetecinin sorularını muzip bir sabırla cevaplama nezaketini gösterdi.
Marx’ın dilediği sınıfsız toplumu hayata geçiren hiperkapitalizm olmadı mı?…
Ágnes Heller: Hannah Arendt SSCB’de toplumsal sınıfların imhasını tahlil etmişti. Bugün, kitle toplumlarımızın bağrında, toplumsal sınıfların imhası değil nâmevcudiyeti söz konusu artık.
Geçmişin kategorileriyle şimdiki zamanımızı tahlil edemememiz bu yüzden; dünya gözlerimizin önünde öyle hızlı dönüştü ki — hâlâ da dönüşüyor. Dünyayı olduğu hâliyle göz önünde bulundurmak gerek; eskiden olmuş olduğu ya da bizim sürdüğünü zannettiğimiz hâliyle değil. Bolşevizm, Stalinizm, Faşizm ya da Nazizm artık iş görebilir referanslar değil; her ne kadar biz bunları elden bırakmayıp, ortaya çıkmakta olan yepyeniyle karşılaşınca seferber ederek geri döndüklerini haykırsak bile!
O anlar ve o tecrübeler sınıflı toplumlardaki zor kullanımlarının sonucu olmuştu. Bugün, kılı kıpırdamadan tiranlığı/zorbalığı buyur eden kanı çekilmiş toplumlarda, demokratik rıza gibi beliren bir şeye tanık oluyoruz: Tiranlık/Zorbalık, seçim sisteminin lütfuyla yerleşiyor. Seçiliyor…
Dolayısıyla demokrasinin hâlâ ne anlam ifade ettiği üzerine düşünmemiz gerek. Ve de kuşkusuz onu yeniden adlandırmamız gerek. Postmodernliğimizde bu terim artık uygun değil.
Adeta bir tür arkaiklik iş başındaymış gibi…
Gerçekten de bir “yeniden feodalleşme” dönemi yaşıyoruz gibi geliyor bana; modern tiranların kendilerini seçtirdikleri ve tekrar seçtirdikleri Macaristan’da, Polonya’da, Türkiye’de, Mısır’da, Rusya’da ve başka yerlerde… Vaktiyle kapitalizm tarafından (toplumun en muhtaç katmanları için sosyal-demokrat yaklaşımla daha çok, muhafazakâr yaklaşımla daha az) paylaştırılan kârları –kendileri, kuklaları ve işbirlikçileri için– ranta dönüştürüyorlar. Bundan sonra, siyasî iktidar oligarşiye bağımlı olmuyor, oligarşi siyasî iktidardan kaynaklanıyor. İktidar oligarşiyi, öyle muazzam, öyle bütünsel, öyle ön planda bir kliyantelizm biçimiyle besliyor ki, bir “yeniden feodalleşme”ye tanık oluyoruz.
Bağlar demokratik iken, mafya bağları haline mi geldi?
Aralık 2013’te, entelektüeller ve araştırmacılar, Viktor Orbán’ın iktidarını bir devlet mafyasıyla karşılaştıran “Macar Ahtapotu” (Magyar Polip) adında bir deneme yayımladılar. Gerçekten de bir mafya babanız oluyor, ama bir seçim süreciyle mesh ediliyor. Toplumsal bünyenin haşin muameleye tâbi tutulması, bir tür gönüllü kölelik biçiminden geçiyor; bunun için ben –şedit göz korkutma yoluyla kendini dayatan– mafya imgesinden ziyade –yurttaşların yabancılaşmasına oynayarak mümkün kılınan– “yeniden feodalleşme” mefhumunu tercih ediyorum. Orta ve Doğu Avrupa’da bunun devamında, yolundan saptırılmış demokrasilerdeki zihinlerin yozlaşması geliyor. Henüz böyle bir hâdiseden esirgenen Batı Avrupa’da algılanması güç bir hâdise bu — her ne kadar İtalya, düşündürmesi gereken yeterince malzeme veriyor olsa da…
Yeniden feodalleşen devletler nasıl yönetiliyor?
Şehirleri kırsaldan tecrit ederek. Çok az şeyden haberdar olan, ya da tektaraflı biçimde haberdar olan bir memlekete bel bağlayarak — gazeteler, radyolar ve televizyonlar iktidarın denetimindedir; sosyal ağlar propagandanın içyüzünü açığa çıkaramaz, ya da aksine etkisini artırırlar. O derin memleket, dış dünyaya açık ve eğitimli olan kentsel nüfusu seçim sandıklarında silip süpürür. Azınlıktaki bu kesim boyun eğmek durumundadır –yenildiğini kabul etmeli, susmalı, hatta deliğine çekilmelidir–, ya da ülkeden ayrılarak istifa etmelidir.
İktidarın hâkimiyeti altındaki çoğunluk bir günah keçisi yaratılarak seferber edilir (Macaristan’da milyarder George Soros, Türkiye’de din adamı Fethullah Gülen). Özellikle de sürekli hatırlatılan bir dış tehditle. Herkesin kendine göre bir tehdidi vardır (mesela Polonya için, intikam peşindeki Rusya); ama şimdi, öne çıkarılan ortak bir tehdit de vardır artık: Göçmenler. “Göçmenler = İslam” denklemiyle, Orbán kendini Hıristiyan Avrupa’nın savunucusu ve kurtarıcısı gibi sunabiliyor…
“Sizi bir düşmana karşı savunuyorum (benim yarattığım bir düşman, ama çaktırmayın)” diyen negatif bir ideoloji, seçilmiş –dolayısıyla “demokratik”– bir tirana, seçim sandıklarında kitlesel olarak savunulmasını dayatma olanağı veriyor! Bütün bunlar da tepkisel bir biçimde, din kisvesi altında, her şeye etnik-milliyetçi açıdan bakarak oluyor; geçmişte Avrupa’yı kırıp geçiren, aynı anda yeniden şekillendiren de bunlar…
Burada bir nihilizm biçimi ayırt ediyorum. Tabii ki 20. yüzyılın bazı ideolojilerinde bulunan, halklara –istemediklerinde bile!– mutluluk getirme iddialı mesihçilik tehlikeliydi. Ama en azından yaratılacak bir altın çağ vaadi vardı orada. Kendini bunlara kaptıran entelektüeller olmuştu. Bugün, tiranlar ve onların kuşatmacı zihniyeti yurttaşları muhasara altına alıp, ağlarına hiçbir entelektüeli kabul etmeyen negatif bir ideolojiyle şekillendiriyor.
Yeniden feodalleşmenin bir Heidegger’i, ya da bir Lukács’ı olmayacak mı?
Heidegger IIIe Reich’a, bir şey vaat etmesi bakımından katıldı. Lukács da komünizme. Meymenetsiz postmodern tiranlar hiçbir şey vaat etmiyorlar, hiçbir gelecek yok: Yolu kesiyorlar, ayakta tutulması gereken muayyen bir geçmişten yana taahhütlerde bulunuyorlar.
Donald Trump’ı da bu sahtekâr otokratlara katıyor musunuz?
Donald Trump kaçık bir soytarılık hâdisesinden ibaret; onun dişleri, dayanıklı Amerikan demokrasisine geçmeyecektir. Amerikan Anayasası sarsılmazdır. O neler gördü, daha da neler görecektir. Buna karşılık, Avrupa ise kırılgandır. Şimdi çıkmakta olan İngiltere dışında, Avrupa’da demokrasi sapasağlam oturmamıştır. Fransa bile, 1940’ta, Avrupa’nın bu zâfiyetinin örneğiydi. Avrupa, öncelikle ve her şeyden önce, Amerika’nın kısmen esirgenmiş olduğu etnik-milliyetçi öcülerinin tehdidi altındadır. Ve Avrupa eski iblislerinin eline tekrar geçerse, AB’nin işi bitmiş olur. Dünya sahnesinde Avrupa’nın en ufak bir rol oynama şansı kalmaz: Uçsuz bucaksız bir müzeden ibaret olur. Barışın sürmesi koşuluyla. Oysa etnik milliyetçilikle, belki de muhtemelen Yaşlı Kıta’da barışın sonu gelecek…
Peki Avrupa kendisiyle yüzleşmeye kadir mi?
Avrupa, Rönesans’ın hümanizmidir, Aydınlanmacılar’dır, Fransız Devrimi’nin getirdiği insan ve yurttaş haklarıdır. Bununla birlikte, Avrupa aynı zamanda din savaşlarıdır da; 20. yüzyılın beter ideolojileridir (bunun sonucunda da 100 milyon ölü); sömürgelerdeki kitle katliamlarından ve zorlamalardan ise bahsetmedik daha!
1945’ten beri, Avrupa’nın ışıklı yüzü öyle bir mertebeye yükseldi ki, en karanlık tarafını hem kendine hem başkalarına unutturdu; geri dönebilecek o şiddeti Brüksel’deki bürokratların akılları da hayalleri de almaz.
Çözüm hümanizmle devrimci gerilim arasında süregiden bir diyalektiktedir, diye yazıyordunuz, bundan kırk yıl önce, “Radikal Bir Felsefe İçin” (Pour une philosophie radicale) adlı kitabınızda. Radikal/Köklü ihtiyaçlarımız üzerine kurulu o evrensel etik biçimiyle şimdi aranız nasıl?
Toplumlarımızın radikal/köklü bir biçimde dönüştürülmeye ihtiyaçları var mı? Hakikat anlaşmazlıktadır/ihtilâftadır, mutabakatta/konsensüste değil; önem verdiğim bir felsefî duruştur bu. Uzun süre tutunulabilecek bir tavır mıdır bu peki? Uzun zaman, genç Marx’ın fikirleri üzerine kurulu radikal/köklü bir dönüşüme umut bağladım; yabancılaşmayı eleyecek, mutlak özgürlük vb.. Vazgeçtim bundan. Bunlar benim değerlerim olmadığından değil, imkânsız olduğu için. Peki arzu edilesi bir şey mi bu bari? Yanlış ya da adaletsiz olduğunu artık hiç kimsenin söyleyemeyeceği bir dünyada yaşamayı hakikaten ister miyiz? Eninde sonunda umut da korku kadar hazin ve netâmeli bir tutku değil mi?
Müthiş post-ütopiksiniz!
Modern ütopya evrensel ilerlemeye bağlıydı; ki o da insanî yaşamlarımızı ancak iyileştirebilirdi. O çağın miadı doldu.
Fakat 1989’da tekrar özgürlüğe kavuştuğunuzda heyecanlanmadınız mı?
Özgürlük değildi o, bir kurtuluştu: Tahayyül edebileceğiniz tüm ürpertileriyle beraber, sözde “gerçek sosyalizm”in tiranlığının/zorbalığının sonuydu. Ama bu oldu diye özgürlüğe ulaşmadık. Daha önce, 1945’te, ailemi de yutarak ortadan kaybeden, Avrupa Yahudilerinin Naziler tarafından imha girişiminden ucu ucuna kurtarıldığım zaman, muazzam bir kurtuluş hissetmiştim. Ama Sovyet kuvvetleri tarafından bu kurtarılış, bildiğiniz gibi özgürlük anlamına gelmiyordu. Sizin “müthiş post-ütopik” diye adlandırdığınız hâle gelmeyi belki de bütün bu tecrübeler öğretmiştir bana…