Bize de çok tanıdık geleceği gibi; ekonomik olarak vaktiyle kapitalizm tarafından paylaşılan karlar bu iktidarlar tarafından kendileri, işbirlikçileri ve kuklaları için bir şekilde ranta dönüştürülüyor
“Bugün, kılı kıpırdamadan tiranlığı/zorbalığı buyur eden kanı çekilmiş toplumlarda, demokratik rıza gibi beliren bir şeye tanık oluyoruz. Tiranlık/Zorbalık, seçim sisteminin lütfuyla yerleşiyor. Seçiliyor… Dolayısıyla demokrasinin hala ne anlam ifade ettiği üzerine düşünmemiz gerek. Ve de kuşkusuz onu yeniden adlandırmamız gerek. “
Bu sözler, geçtiğimiz günlerde 90 yaşında Balaton nehrinde yüzerken boğularak yaşamını kaybettiğini öğrendiğimiz Macar felsefeci ve muhalif Agnes Heller’e ait. Bu sözlerin de içinde yer aldığı, Paris’te 89 yaşında Antoine Perraud’a verdiği ve dilimize Haldun Bayrı tarafından çevrilen röportaj, dünyanın ve memleketimizin durumunu anlamak ve üzerine düşünmek için adeta işaret fişekleri çakıyor bize.
1929 yılı Macaristan doğumlu Heller, Yahudi olduğu için Nazi zulmünü bizzat yaşıyor, babasını öldüren Nazilerin elinden annesiyle birlikte kurtulmayı başarıyorlar. Savaş sonrasında fen bilimleri okurken marksist Georg Lukacs’ın derslerinden çok etkilenip felsefeci olmaya karar veriyor. O yıllarda üye olduğu komünist partiden 1949 yılında karşıt düşüncelerinden dolayı ihraç ediliyor. 1955 yılında ders vermeye başladığı Budapeşte Üniversitesinden ise aynı gerekçeyle bir yıl sonra atılıyor. 1977 yılında felsefeci eşi Ferenc Feher ile ülkesini terk etmek zorunda kalan Heller, ancak Macar komünizmin yıkıldığı 1989 yılında ülkesine geri dönebiliyor. Türkçe’de üç kitabı yayınlanan ve ilerleyen yaşına rağmen aktif politikadan hiç kopmayan Heller, günümüz Macar diktatörü Viktor Orban’ın da ensert muhalifi olarak öne çıkıyordu.
Dünyanın değiştiğini ve artık eski dünya olmadığını sıkça dile getiren Agnes Heller, “aynı nehirde iki kere yüzülmez” diyen Herakleitos’u bizlere hatırlatırcasına bir nehirde yüzerken öldü. Yaşayan en önemli düşünürlerden olan Heller’e veda ederken, yukarıda söz ettiğim röportajında dile getirdiği düşüncelerini biraz açmak, bazı noktalarını yeniden vurgulamak ve yaptığı saptamalar üzerinde başımızı ellerinizin arasına koyup biraz düşünelim istedim.
Ne diyor Heller yukarıdaki alıntıda? Bir zamanlar Naziler de seçimle işbaşına gelmemişler miydi? Söz konusu problem Platon’dan bu yana anılan bir demokrasi problemi değil mi zaten, öyleyse şimdi farklı olan ne? Heller’e göre her şeyden önce, sınıf savaşlarının belirlediği bir dünya siyasal ortamında değiliz artık. Ya da o eski nitelikleri üzerinde barındıran sınıflar yok artık. Geçmişte bu sınıfsal çatışma toplumlarında Bolşevizm, Stalinizm, Faşizm iktidarlarını temelde zor kullanarak kurdular. Oysa “modern tiranlar” olarak adlandırdığı Macaristan, Polonya, Rusya, Türkiye, Mısır gibi ülkelerde iktidarlar kendilerini yeniden ve yeniden seçtirebiliyorlar. Bu nasıl oluyor?
Bize de çok tanıdık geleceği gibi; ekonomik olarak vaktiyle kapitalizm tarafından paylaşılan karlar bu iktidarlar tarafından kendileri, işbirlikçileri ve kuklaları için bir şekilde ranta dönüştürülüyor. Bu mafyavari bölüşümün asıl önemli sonucu ve önceki iktidarlardan farkı ise Heller’in sözleriyle, “Bundan sonra, siyasi iktidar oligarşiye bağımlı olmuyor, oligarşi siyasi iktidardan kaynaklanıyor. İktidar oligarşiyi, öyle muazzam, öyle bütünsel, öyle ön planda bir kliyantelizm biçiminde besliyor ki, bir “yeniden feodalleşmeye” tanık oluyoruz. “
Basın bütünüyle iktidar tarafından ele geçiriliyor ya da çok sıkı bir biçimde kontrol ediliyor, susturuluyor. Muhalefetin beslendiği şehirler kırsal bölgelerden koparılıyor Son seçime kadar bizim de bizzat yaşadığımız gibi kırsaldan gelen oyların şehirler üzerinde üstünlük kurması amaçlanıyor. Bizim 31 Mart seçimlerinde yakaladığımız farklı bir gidişatın işaretlerini, nereye gideceği henüz belli olmadığından ayrı tutarsak, kırsalın oylarıyla böylece şehrin muhalefeti susturmuş oluyor.
İktidar kendisine oy veren çoğunluk için sürekli olarak iç ve dış düşman/düşmanlar söylemi üretiyor. Bizde, içerde yaratılan FETÖ ve bölünme korkusunu, dış politikada her gün soyunulan cengaverlikleri bu çerçevede yorumlamak mümkün. Her durumda dine ve geçmişe sırtını dayamak suretiyle, etnik milliyetçi bir perspektiften bakılarak güncel politika üretilmesi de yaşadığımız bir gerçeklik.
Bu politikalar orta Avrupa, Rusya ve bizim benzerimiz ülkelerde iktidarda zaten. Avrupa sağının da hayallerini süslediğini söylemek mümkün, bu ülkelerin sağ politik söylemleri, Heller’in “modern tiranlık” dediği rejimlerim söylemleriyle bire bir çakışıyor.
Agnes Heller, röportajın sonunda Marksist düşüncelerinden neden vazgeçtiğini çarpıcı bir şekilde dile getiriyor: “Toplumlarımızın radikal/köklü bir biçimde dönüştürülmeye ihtiyaçları var mı? Hakikat anlaşmazlıktadır/ihtilaftadır, mutabakatta/konsensüste değil; önem verdiğim bir felsefi duruştur bu. Uzun süre tutunulabilecek bir tavır mıdır bu peki? Uzun zaman, genç Marx’ın fikirleri üzerine kurulu radikal/köklü bir dönüşüme umut bağladım; yabancılaşmayı ekleyecek, mutlak özgürlük vb. Vazgeçtim bundan. Bunlar benim değerlerim olmadığından değil, imkansız olduğu için. Peki arzu edilesi bir şey mi bu bari? Yanlış ya da adaletsiz olduğunu artık hiç kimsenin söyleyemeyeceği bir dünyada yaşamayı hakikaten ister miyiz? Eninde sonunda umut da korku kadar hazin ve netâmeli bir tutku değil mi.”
Sözün özü, “devrim” gibi sonu nereye gideceği belirsiz, toplumu ideal bir kalıba sokma düşünceleri bir kenara bırakılmalı ve artık anlaşılmalı ki “ideal” olan, ideal olan üzerine anlaşamama üzerine kurulu bir ortamda özgürce söz söyleme ve siyaset yapmaktır. Heller’e “anti komünist, dönek” diyerek bir kenara koyacak çok kişi olacaktır. Ama dünyayı yaşadıklarımızı anlamak için “dönmek” ve başka taraflara da bakmak gerekmez mi?
Yılmaz Murat Bilican – T24