“Notos” dergi bu ayki sayısında Sevgican Yağcı Aksel’in hazırladığı Attila Jozsef dosyasıyla okurla buluşuyor. Attila Jozsef, çocukluk kahramanım. Gizli gizli Behçet Aysan’ın “Acıyla okuyorum Attila Jozsef’i/ ikimiz de doldurup yalnız kederle/ aynı çeşmeden hayatın güğümünü/ tünelleri ayrı bir kara trenle” dizelerini okuyup “Ülke Ülke Çağdaş Dünya Şiiri”ndeki sepya fotoğrafına bakardım. Kendini kara trenin altına atmış şairin melankolik yüzündeki anlamı çözmeye çalışırdım. Kemal Özer ve Ataol Behramoğlu’nun Jozsef çevirilerinde izleri olan gerçek anlamda demokrat sosyalistlerin ıstırabına gözyaşı dökerdim.
Bütün hayatı boyunca yoksulluktan hatta açlıktan kurtulamamış bu şairin boynu bükük değil boyun eğmez haline büyük bir hayranlık duyardım.
***
Belki de hep bir delikanlı kalan bu büyük şairin eprimiş paltosuna sardığı yün atkısına düşlerimde bakarken aslında modern çağın tragedya kahramanını gözlemliyordum. Son dönemde trajedi algısı çok değişti. Binlerce yıl öncesinin yaşama anlayışı yiğit savaşçılar, kurban edilmeye meyilli bakireler, kaderin sunduğu değerler üzerinden rahatlıkla ele alınıp metafizik eğilimler, tanrılar ve sahte kahramanlara atıfta bulunan bir değerlendirme yapılabilir. Hatta biraz daha ileri gidilerek Diyonissos gibi tanrısal da olsa taşkınlıklara, kader ve acı sözcüklerini ulvileştirmeye, aşkın doğasıyla çelişen insan hayatına dair çözümlemeler yapmak trajedinin kapsamına alınabilir. Hep büyük kahramanlar vardır bu eserlerde. En önemlisi zaafları yüzünden muhakkak bir trajik hatanın esiri olurlar. Ancak modern çağın tragedyası binlerce yıl öncesinin mitleriyle büyük kahramanlıklarla kuşanmışların yazgısı, şansı ya da takdiri ilahisi değildir. Yaklaşık yüz, yüz elli yıldır bizim trajedimiz kapitalizmin tekelinde çürüyen toplumlardaki kara düzenin hepimizi yıkıma sürüklemesinden geçiyor.

Ne acı ki Attila Jozsef de böylesine kudretli bir dalganın esiridir. O da kahramanlar mevsiminin bitişine denk gelmiş, onca acının içinde kalmış ve hayatını bir kurban gibi tamamlamıştır. Nasıl mı? Amerika’ya göçmen işçi olarak giden ve bir daha dönmeyen baba ile, evlere temizlik yapmaya giden bir annenin çocuğu olarak inatla öğrenimini sürdüren Attila, Fransa’da Sorbonne’da öğrencilik yapacak, Macaristan’a döndüğünde Komünist Partisi’ne yakınlık duyacak, görüşleri nedeniyle sekter çevrelerin saldırısına uğrayacak, Flora’ya duyduğu umutsuz aşktan kurtulamayacak, gittikçe artan hastalığı nedeniyle trenin altına atarak yaşamına son verecektir. Çünkü o zaten yaşarken elinden alınmış bir yaşamın içindedir:
“Ne babam var ne annem
Ne Tanrım var ne ülkem
Ne beşiğim var ne kefenim
Ne öpücüğüm var ne sevgim”
***
Tren, buharlı makinelerle Endüstri Devrimi’nin bir sembolüdür. Dolayısıyla modernizmin temel ulaşım araçlarından biridir. Onun mazlumluğu da son düzlemde başkaca şairler gibi mücadelede yitiklerin, mazlumların, mağlupların yenilgisini bir kurban olarak taşımasından geçer. Aslında ölürken yoksulların yanında konumlanmak istemiştir. İşte bir önceki yüzyılın trajedisi onursal olarak böylesine aşkınlıklarla kendine alan açar.
Tıpkı Attila Jozsef’in bugün dünya şiirine yön veren alan açışı gibi. İki vagon arasında ve tarihsel olarak bugüne hareket ederek bir yerden gülümser bize. Notos derginin Attila Jozsef dosyasında Haydar Ergülen’den Edith Tasnadi’ye, Tarık Demirkan, Barış Yılmaz’dan yazılar eşlik ediyor.
Böylece yıllarca korunması gereken bir sayı olmuş Notos derginin bu sayısı.
Eren Aysan – Cumhuriyet