Budapeşte’de bir Osmanlı Şehzadesi’ni farklı kılan Dr. Tarık Demirkan’ın Macar diline egemenliğiyle çalışmasını özgün belgelere dayandırması. Bu eseri okuyunca demokratik bir cumhuriyetin bir erdem olduğunu bir kez daha anladım.
BUDAPEŞTE’DE bir Osmanlı Şehzadesi, inceleme, çocuklara masallar, büyüklere meseller ve BBC’deki Orta Avrupa üstüne yetkin değerlendirmelerinden tanıdığımız yazar Dr. Tarık Demirkan’ın son çalışması.
Eser, Dr. Ali Suat Ürgüplü’nün titiz editörlüğünde Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Eseri farklı kılan Dr. Demirkan’ın Macar diline egemenliğiyle çalışmasını özgün belgelere dayandırması. Bu eseri okuyunca demokratik bir cumhuriyetin bir erdem olduğunu bir kez daha anladım.
Abdülkadir Efendi, Abdülhamit’in oğludur ve Osmanlı saltanat mensuplarını sürgüne yollayan yasa kapsamındadır. 8 Mart 1924’te Budapeşte Doğu Garı’na “yeni şehir, yeni yaşam ve yeni umut” içinde iner. Bir cebinde salt bir seyahat belgesi, diğer cebinde
2 bin pound vardır. Yanında onun ilgisini oluşturan bir keman ve otuz müzik aleti ile
hareminden üç kadın ve üç çocuk bulunmaktadır. Bristol Oteli’nin 301-302 no’lu odasına yerleşir. Bu “ilk günler” için basının ona dönük ilgisi büyüktür. Ama sonsöz’ü söylemek için “son günler”ini bekleyelim.
Macar dostlarımızın kaydetmesi için, şehzadenin Budapeşte tercihinde onun ifadesiyle “Macar’ların dürüstlüğü ve bize sevgi ve samimiyeti…” etkendir.
“İlk günler”inde, şehzademiz Budapeşte gece hayatının renkli simasıdır. Oysa çok değil, sekiz gün sonra otel değiştirilecek, daha “mazbut” bir mekâna taşınılacaktır.
Osmanlı’nın yaşam tarzı burada da uzantısını verecek ve şehzademiz 17 yaşındaki bir Macar kızına âşık olacak ve ona bir “garsoniyer” açacaktır. Ama bu parasızlık içinde eşlerden biri yaşam sıkıntısıyla güzellik salonu açmak zorunda kalacak, bu iş tutmayınca, film yıldızı olmayı deneyecektir.
Eş para getirmeyince, bu kez şehzadenin “Şehzade Caz Band” adıyla bir orkestra kurduğuna tanık olacağız. 1929 Dünya Buhranı şehzadenin sahne yaşamını sonlandıracaktır.
“Paralar Suyunu Çekince” şehzademiz Osmanlı’dan kalma gayrimenkuller üstünde varolan hakları (???) için TC Maliyesine karşı aymazlıkla dava açacaktır. Bununla kalmayacak, şehzade Enver Paşa ile “dostluk” kuracak, Musul Petrolleri üstündeki hakkı (???) için 200 pound karşılığında “ferağname” imzalayacaktır.
“Münfesih” şehzade için Budapeşte’den kaçış zorunlu olmuş ve Sofya Günleri başlamıştır. Burada “işbirlikçi” portresi içinde şehzadenin Hitler’in Türkiye’yi işgal projesine nasıl ortak olduğunu göreceğiz. Anlaşılan, Alman Nazizmi “B Planı” olarak Türkiye’yi işgali “düşlemekte” ve bunu için yeniden bir Osmanlı haritasının oluşmasını öngörmektedir. Dr. Demirkan’ın sözleriyle “tekrar Halifeliğin ilanı ile Osmanlı tahtına bir Alman kuklası rolündeki Abdülkadir’in oturtulacaktır.”
Budapeşte’ye dönelim… 1933’teki “Son Günler”inde
artık evinin kirasını bile ödeyemeyen Abdülkadir Efendi’nin basının nezdinde artık gözden düştüğü, 30 Kasım 1929’da şu ilanından çok açıktır:
Sultan babamın halılarını ‘acil’ satıyorum…
“Sonsöz”ü, olayı bütüncül gören eserin yazarı Dr.
Demirkan’a bırakmayı yeğliyorum, şöyle diyor:
“Şehzade Abdülkadir’in belki de en büyük bireysel trajedisi Doğu ve Batı kültürü arasında tam olarak nereye ait olduğunu bir türlü bulamaması, yaşadığı tarihsel dönemin fırtınaları içinde bir türlü
kök salamadan birhazan yaprağı gibi savrulmasıydı. Tutunabileceği ne bir ülke kalmıştı ve ne de maddi yada manevi destek alabileceği bir ulus. Osmanlı Devleti çökmüştü ve onun enkazı üzerinde yükselen yeni devlet açısından ise o bir şehzade olmadığı gibi sıradan bir vatandaş bile değildi. Böylesine derin yalnızlığın belki de panzehri olabilecek sevgiye ve güvene dayalı bir aile mefhumu ise ona çok uzaktı. Kendini kadersiz, yalnız bırakılmış ve çaresiz hissediyordu. Oysa savaşların, yıkımların enkazı altında kalan sadece bir zamanlar cihan imparatorluğu olarak üç kıtayayayılan ve ardından ‘Avrupa’nın hasta adamı’ haline gelen Osmanlı Devleti ve hanedanı değildi. İmparatorlukların yerle bir olduğu, hanedanların sadece tahtlarını değil memleketlerini de terk etmek zorunda kaldıkları, milyonlarcainsanın hayatını kaybettiği Birinci Dünya Savaşı sonrası yıllarında yepyeni birdünyadoğuyordu.
İkidünyasavaşı arasındaki bunalımlı yıllarda, siyasetten uzak durmayaçalışan, bohem ve sanatçı ruhuyla çevresinde olup bitenleri bir türlü anlayamayan, aile ilişkileri de dahil olmak üzere yaşamın önüne çıkardığı hiçbir soruyadoğru ve kalıcı bir yanıt bulamayan Abdülkadir Efendi’nin yaptığı tek şey günü kurtarmayaçalışmak oldu.”
Annalles Tarihçilik Ekolü’nün kurucularından Marc Bloch (1886-1944) tarihçilik mesleğinin karşılıklı toplum incelemesinin önemini irdeler. Toplumlar benzerlik ve farklılık üstünden incelenerek zihniyetin kolektif doğasının bulunmasını önerir.
Bir Osmanlı-Türkiye’nin kıyasi incelemesi, iki tarih dönemi üstünden nelerin “battığını” ve nelerin “doğduğunu” gözler önüne serecektir. Eser bu anlamda iyi bir “hafıza kütüğü” oluşturuyor.
1944’te bir Nazi Almanya saldırısında ölen şehzade Abdülkadir Efendi’nin yaşamı sadece bir “ibretlik” değil, aynı zamanda Osmanoğulları’nın değer yoksunu “süfli” yaşamını da gözler önüne sürüyor.
Neo-Osmanist’lere anlatılabilmesi için bu eserin “naçizane” mutlaka okunması gerekiyor.
Kenan Mortan
BUDAPEŞTE’DE BİR OSMANLI ŞEHZADESİ ,
Tarık Demirkan, Yapı Kredi Yayınları
Kitap Kültür Yaşam Dergisi Haziran sayısında yayınlandı.