Hem ada hem bahçe ikisi bir arada üstelik sadece yürüyüş mesafesinde. Bazı sabahlar yataktan kalkıp, tembellik etmeyip derhal evden çıkmak için, Margaret Adası’nı pazarlarım kendime. Apartmandan çıkar, sidik akıntılarıyla sek sek oynayarak Podmaniczky caddesine varırım. Geniş ve ıssız bir caddedir burası. Bir ucu tren yoluna dayandığı için olsa gerek. Tek bacaklı cadde. Bir keresinde burada, bir apartmanın girişinde dikdörtgen bir karton kutu görmüştüm. Üstünde yine dikdörtgen havalandırma deliği vardı ve alt bölümde caddeye basan iki bot
duruyordu. Uzun uzun bakmıştım ama içinde bir insan var mıydı emin olamamıştım. Olası koli-adama bakarken Küçük Prens’in çizdiği ilk resim gelmişti aklıma. Küçük Prens resmi büyüklere gösteriyor ve korkup korkmadıklarını soruyordu. Onlar da “bir şapkadan neden korkalım ki” diye cevaplıyorlardı Küçük Prensi. Oysa çizilen resim koca bir fili sindirmekte olan boa yılanıydı. O karton kutunun içinde de boa yılanından bin kat, on bin kat güçlü Kafkaesk bürokratik aygıt tarafından sindirilmeye çalışılan bir insan vardı. Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu “büyüklere” nasıl anlatmalıydı.
Ana caddeye varıp sola saptığımda kentin alamet-i farikası tren garlarından Nyugati’ye varırım. Gar her yerde olduğu gibi yolcularla birlikte evsizleri, işsizleri, gurbette olanları ve üçkağıtçıları sinek gibi çeker kendine. Bugünkü görkemli bina 1877 yılında açıldığında öyle değilmiş
tabii. İçinde İmparator Joseph’in özel bekleme odasının da olduğu, mimari tarihinde ilk kez kullanılan yapay bir malzeme olan demir konstrüksiyondan inşa edilen ve neredeyse bütünüyle camla giydirilen gar binası modern, hızlı ve görkemli zamanların habercisiymiş. Devasa ve pürüzsüz endüstriyel mekan boşluğuyla öylesine ürkütücüymüş ki, mimarlar bulvarla bu devasa boşluk arasındaki geçişi dengelemek için binanın köşelerine kuleler ve tavanına da bir kubbe oturtmuşlar.
Bugünün denge arayışı çok farklı elbette. Aradan 150 yıl geçtikten sonra benim için garın önünde konuşlanmış iki farklı karakter arasında geçiyor denge mevzuu. İlki bir Miyazaki kahramanını andıran yaşlı kadın. Her gün, şehrin dış mahallelerinden, oradaki tek katlı bahçeli evlere doğru uzayan hinterlandın bir köşesinden sabahın kör karanlığında çıkınını toplayarak -ki içinde mevsimine göre değişen birçok şey
olabiliyor- meyveler, şifalı bitkiler, otlar, çiçek demetleri, gün boyunca yiyeceği bir iki sandviç ve tüketeceği su ve pálinka, el işi bezler ve kim bilir daha neler, çünkü oturduğu yerde yanına yöresine bir sur duvarı gibi kurduğu o derin ve geniş torbaların, çantaların içinde tam olarak ne olduğunu ondan başka kim bilebilir ki- işte bütün bu şeylerle ve 80 yaşına dayanmış mini minnacık, iki büklüm bedeniyle, tren istasyonunun geniş giriş merdivenlerinin yanındaki duvarın önünde ağını kurarak, akşam hava kararana kadar müşterilerini bekliyor ve beni/bizi karşıdaki 4 ve 6 numaralı tramvayların durmaksızın gelip gittikleri duraktaki bankın üzerinde uyuyan, çoktan vazgeçmiş sarhoş genç adamla sonsuz bir varoluşsal dilemmanın içine yuvarlıyor.
Jázsai Mari tér’e doğru yürürken kahvaltı olanaklarını tartıyorum zihnimde. Soldaki o ufak sandviççinin (Premium Pékség) bulvarı seyreden camekanı önündeki tabureye tüneyebilirim, bir akvaryumdan dünyaya bakmak gibi olur bu ya da karşı sıradaki pastanenin (PrimaPek) kalabalığına dalarım, biraz kuyrukta bekleyip insanları incelerim, sonra bir köşede, bir kovuğun içinde olma duygusunu tadarak sıcak kahve ve kruvasana yumulurum. Bütün bunlar kurt gibi açsam geçerli tabi. Yoksa sağlam taş ayaklar üzerine yerleştirilmiş ve sanki Nyugati garı ile burası arasında kesintisiz bir zaman akışı varmış yanılsaması yaratan sarı demir köprünün üzerinden, rüzgar gibi geçip giden bisikletlere dikkat kesilmiş, adaya kadar ilerleyip içerdeki büfede meleg (ılık) sandviç yaptırırım ve baget ekmek üzeri kızarmış peynir dağından oluşan bu devasa kaloriyi yüklenirken Miskolc’de Diósgyör’ün eski amigolarından bir dostumun uyarısı gelir daima aklıma. Meleg argoda eşcinsel demektir, dikkatli kullanmalısın.
Ada mı burası, hem evet hem hayır. İki ucundan iki köprüyle kapatılmış bir yerden söz ediyoruz sonuçta, şiirsel Margaret ile ötede ki soğuk, üzerinden durmaksızın hızla geçip giden taşıtlardan başkasına tahammülü olamayan Arpad köprüsü arasında, Tuna nehrinin bulanık suları üzerinde, kıyıya vurmuş bir kaşalot gibi yatıp duruyor. Bu hali 19. yüzyılın sonlarında üç farklı adanın (Festö-Ressam, Fürdö-Hamam ve Nyulak-Tavşanlar) bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş ve sel baskınları göz önüne alınarak bir miktar yükseltilmiş, böylece şehrin ortasında her an yeniden oluşan ve kesintisiz ucuca eklenen bu serap adacık çıkmış ortaya.
Yaz kış fark etmez, benim için bu serap daima adanın girişinde asırlık çınar ağaçlarının çevirdiği alanın ortasında yer alan fıskiyeli havuzun orada, suların müzikle dans ettiği sabah ayiniyle başlar. Kurşun gibi patlayarak göğe doğru yükselen suların içlerinde kırılan ışığın huzmeleri klasik müzik eşliğinde oynaşırken, sırf bu ana eşlik etmek için her daim orada hazır bulunan, havuzun etrafını kuşatmış bir çocuklar korosunun kendinden geçmiş, tıpkı fıskiyedeki su gibi patlamalı çığlıkları, zamanı esnetip genleştirir. Adada olmuş ve olmakta olan her şey bu genleşmiş zamanın içinde kayıp giden kuyrukluyıldızlar misali bir an için görünür ve kaybolurlar: Romalılar ve Sen Jan Şövalyeleri oradadır, Moğollar, Yeniçeriler, Naziler ve Kızıl Ordu savaşçıları da; top atışları, türlü dilde naralar, kanlı sular. Köprülerin ve kulelerin yapımında çalışan kefenleriyle doğmuş insanlar. Adaya adını veren ve Kutsal Bakire Manastırı’nda yaşayan, kendisini ittifak kuracağı bir krala pazarlamak isteyen babası IV. Bela’ya Dominikenlerin yardımıyla direnen Margaret ve bu hengameden karlı çıkan Fransiskenler. Şimdi adanın etrafına döşenmiş tartan pistte koşarak sağlıklı bir gelecek planlayanların, dört kişilik tenteli bisikletlerle dondurmalarını yalayarak adayı turlayanların, köpekleriyle frizbi oynayanların, ağaç altına yayılmış kitap okuyanların, döne döne bedenlerini kızartanların, iki ayrı bahçe bölümünde toprağın üzerine kapaklanmış sadece popodan ibaretmiş gibi görünen bahçıvanların, eski harabelerin içinde aval aval gezinen turistlerin, adanın etrafında kürekle turlayanların kaçını ilgilendirir bunlar, oysa hepsi aynı yekpare zamanın içindeler. Yol boyunca Ceteran, Kızlar, Paletinus, Tavşanlar, Nyulak, Ür, Budai, Dunai, Nador, Meryem, Soylular adası olarak anılan Margaret adasına, yükselip alçalan suların içine sıkışmış bir zamandan bakıyor, bu adların bir kısmına tanıklık etmiş puro, demir, lale, çınar ve meşe ağaçlarının, ıhlamurların altında geziniyorlar. Vaktiyle dans pistinde saatler geçirmiş, içki ve şarkılar eşliğinde sabahlamışların kimisi çeşitli yerlere serpiştirilmiş heykelleriyle o geçmiş zamanın bütün bütüne yitmiş olamayacağını bize anlatmaya çalışıyorlar.
Müzik susmuş, sular sönmüş. Ana yollara çıkmadan, neredeyse bir masal dünyasının içinden geçer gibi, kimi zaman bir ağacın altında, kimi zaman olağanüstü peyzajların karşısında konaklayarak adanın sonuna kadar yürüyorum. Hep mi bu kadar bakımlı olur bir yer? Macarlar olağan üstü yavaş çalışıyorlar doğru, ama yaptıkları işi tam yapıyorlar, bunu da teslim etmek gerekir. Dönüşte genellikle neden burada olduğunu asla kestiremediğim gülünç Japon bahçesinde dururum. Gülünçse neden duruyorum? Nilüferler için. Çocukluğumda, beş altı yaşlarımdayken Kuzguncuk Paşalimanı’ndaki kimi yalıların nilüferler için hazırlanmış, koyu mürekkep yeşili sularla dolu havuzlarında gördüğüm ak nilüferleri hatırlıyorum burada, Uzak Doğu felsefesinde telkin ettikleri gibi zihnimi durulaştırıp, ruhumu saflaştırmayı deniyorum. O anki halet-i ruhiyemi yakın zamanlarda öğrendiğim şu anonim Çin şiiriyle dile getirebilirim:
“Gençler yaşlanıyor çabucak, oysa bilgi başarıya
ulaşmıyor pek. En uçucu anı bile hissetmeden
geçmeyin. Düşlerinizde göl kenarındaki taze çimende
oynarken, mevsim değişecek henüz uyanamadan ve
avluda, merdivenin önündeki ağacın kasvetli sesi
duyulacak yalnızca.”
Serhat Öztürk – Türkinfo