“Devam edemem. Hala zayıfım ve hiçbir şey değişmezse kısa süre içinde hastaneye götürülmem gerekecek. Bunu önlemek için her türlü çabayı gösteriyorum,” diye yazmıştı Sándor Márai günlüğüne. San Diego Kaliforniya, Márai çiftinin 1980’de geldikleri son duraktı. İtalya’daki kaostan kaçarak sığınmışlardı buraya. Marai, buranın ışığına ve ufkuna bayılmış, ayrıca Amerikan sağlık hizmetlerinin yüksek standartının da kendileri için önemli olduğunu düşünmüşlerdi.
Belli ki, geçen zaman zarfında hastanelerle ilgili fikrini değiştirmişti Márai. Uzun süre evde bakmaya çalıştığı 63 yıllık hayat arkadaşı Lola, altı ay yattıktan sonra hastanede ölmüş; evlatlık oğulları ertesi yıl, daha 46 yaşında kalp enfeksiyonuna yenik düşmüştü. Sürgünde, yaşlı ve büyük ölçüde unutulmuş bir yazardı. Son üç yılı karısının, ancak ölümünden sonra bulduğu günlüklerini okuyarak ve halüsinasyonlar içinde geçirmiş, sonunda bir tabanca satın alarak banliyöde, ateşli silah eğitimi veren bir kursa katılmış ve yaklaşık bir ay sonra evinin kapısını açık bırakıp, 911’i aradıktan sonra intihar etmişti. Bedenin yazgısı burada noktalanmıştı ama yazarın hikayesi tıpkı Márai romanlarında geçmişi kurcalayıp, küllenmeye yüz tutmuş olayları ve duyguları yeniden canlandıran roman kahramanlarında olduğu gibi, ölümünden dokuz yıl sonra başka bir boyuta evrilmişti.
1998’de İtalyan yazar ve yayımcı Roberto Calasso, Paris’te unutulmuş klasikler kataloğunu karıştırarak, yayımlanmaya değer kitap ararken, Embers’e (Köz) rast gelmişti. Orijinal adı “A gyertyák csonkig égnek” (Mumlar Sonuna Kadar Yanar) olan 1942 tarihli kitabı okumaya başlamış ve bunun kayıp başyapıtlardan biri olduğuna kanaat getirmişti. O yılki Frankfurt Kitap Fuarı açıldığında, “Embers” adı dillerde dolaşmaya başlamıştı bile. İskoç-Amerikan editör ve çevirmen Carol Brown Janeway daha sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide “kitabı bütün gece elimden bırakmadan okudum ve bu sırada 20. yüzyıl edebiyat tarihini kafamın içinde yeniden düzenlemekle meşguldüm” demişti. Ona göre, Sándor Márai ismi Musil, Joseph Roth, Thomas Mann ve Kafka’yla birlikte anılmayı hak ediyordu. Kitap kısa sürede Almanya, İtalya ve Amerika’da en çok satanlar listelerinin zirvesine çıktı ve akla gelebilecek bütün ülkelerde yayımlandı. Bu Márai’nin üçüncü ve şimdilik son dönemiydi.
İlk dönemi 1900 yılında, o zaman Macaristan’a dahil olan kuzeydeki Kassa’da (Bugün Kösice- Slovakya) başlamıştı. Hukukçu bir babanın oğlu olarak hayata adım atmıştı. Belki de mükemmel bir burjuva olmaya heves etmiş hukukçu bir babanın oğlu olarak demeliyiz. Babasının yolundan gidip bir hukukçu olmamıştı ama onun burjuvazi ve ahlak kurallarıyla ilgili takıntısını bütün hayatı boyunca taşımış görünüyordu. Denilebilir ki kaçarken yanına aldığı tek şey bu olmuştu. Evet, bir kaçış ustasıydı. 1934 yılında yayımlanan ve Márai’yi Macaristan’ın büyük yazarları arasına sokan “Bir Burjuvanın İtirafları” kitabında, ömrü boyunca sürecek kaçış hikayelerinden ilkini, 14 yaşındaki kaçışını şöyle anlatıyordu:
“Bir öğleden sonra eniştemin şatosundan kaçtım, bir daha hiçbirine, hiçbir yere evim dememecesine! (…) Her tür aileden, kendi ailemden ve daha genişinden, ötekinden, soy ve sınıfın geniş ailesinden kaçıyordum.”
Kısa süren ve teröre saplanan 1919 Macar komünist devrimi sırasında, iktidar yanlısı bir gazetede çalışmış ama belli ki bu ideolojik angajmanı çok kısa sürmüştü. Devrim başarısızlığa uğrar uğramaz ailesi tarafından okuması için Leipzig’e gönderildi ve burada uzun sürecek gazetecilik ve yazarlık kariyerini inşa etmeye başladı. Frankfurt ve Berlin sonraki duraklarıydı. Genç yaşta başladığı gazetecilik kariyerini, 23 yıl boyunca her hafta yabancı dillerde iki makale yazarak sürdürecekti. Bir yandan da ana dili Macarca’da edebi eserler veriyordu. Çevirinin kalitesi tartışmalı olmakla birlikte, Kafka’yı Macarcaya ilk çeviren kişi de oydu.
1923’te Berlin’de babası ziyaretine geldiğinde, bir akşam gezintisi sırasında Kassa’dan tanıdıkları Yahudi asıllı Lola Matzner (İlona Matzner) ile karşılaşmışlardı. Marai ve Lola kısa süre sonra evlendiler. İkisinin de son derece gergin olduğu zamanlardı, birbirlerine gerçek bir aidiyetle bağlı mıydılar, kestirmesi kolay değil. Ama evlenmişler ve birkaç hafta kalmak için Paris’e doğru yola çıkmışlardı. Çok zor şartlar altında Fransa’nın başkentinde altı yıl yaşadılar ve orada tutunmayı başardıklarında Budapeşte’ye dönmeye karar verdiler, çünkü yazgısı Márai’ye orayı işaret ediyordu.
“Lola, yalnızlığıma ulaşmak için bir yol arayan ilk insandı; inatla kendimi korumaya çalıştım. Bir yazarın yaşamının anlamı yalnızlıktır” diye yazmıştı Márai, karısıyla ilişkisini anlatırken. Ama bir yandan kendini Lola’dan sakınmaya çalışırken, diğer yandan büyük bir merakla farklı cinsi gözlemliyordu. Bu anlama çabasının izleri romanlarının bir çoğunda görülebilir. Yine de kadınlar konusunda yaptığı genellemeler sonucun pek de tatmin edici olmadığını düşündürüyor: “Bir kadının dünya meselelerine duyarlılığı yoktur.” “Kadınlar çıkarsız dostluk duygusunu bilmezler.” “Kadınlar bunu anlamazlar.” “Bunu bütün kadınlar yapar” gibi…
Yine de ısrarla bakmayı sürdürüyordu: “Lola’da sezmeye başladığım; kendimde o kadar kaygıyla saklarken, onun merakla peşine düştüğüm sırrı acaba neydi? İnsanın dışarıya sergilediği sözlerinin, düşüncelerinin, davranışlarının, sevecenliğinin ve nefretinin kendisi demek olmadığını öğrenmiştim; bunlar olsa olsa değiştirilemeyecek birinin ya da bir şeyin yansımasıdır; bu her insanda yedi kat derinlere gömülüdür, saklıdır. Birden hayranlık ve korku duygusuna kapıldım. O zamana kadar insanların arasında sorumluluk duymadan yaşamıştım, onlar hakkında bilgi toplamış, hüküm vermiştim; şimdi onlara dikkat etmeye başladım, hepsine ayrı ayrı hayranlıkla.”
1928 yılında, popüler bir çift olarak Budapeşte’ye döndüklerinde Márai tanınmış bir gazeteciydi. 1930’larda edebi üretimi de zirve yaptı. Öyle ki 1948’de Macaristan’ı son kez terk etmeden önce, çoğu kurgu 46 kitabı yayımlanmıştı. Bu arada kişisel dramları da sürüyordu. 1939’da Lola, hamileliği sırasında geçirdiği bir iç kanamanın ardından birkaç haftadan fazla yaşamayacak oğulları Kristof’u doğurmuş, bir daha çocuk sahibi olamayacaklarını öğrenmişler ve bir erkek çocuğu evlat edinmişlerdi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 1943’de, Budapeşte’deki dairelerini bırakıp küçük bir köye, elektriği olmayan bir eve taşındılar. 1944’te Rus askerleri kapıyı dipçikle kırıp içeri girdiklerinde Márai onlara bir yazar olduğunu söylemiş ve taze kahve yapmayı teklif etmişti. Kısa süre sonra Budapeşte’ye döndüler; bombalanmış bir daire, enkazın içinde kaybolmuş eşyalar ve kitaplarla karşılaştılar.
Naziler Macaristan’ı işgal ettiklerinde Márai bir daha asla yazmayacağını açıklamıştı. 1948’de Ruslar Macaristan’a yerleştiğinde ise ülkeyi terk etmeye karar verdi. Gerçi kitle kapitalizmi onda kitle totalitarizmi kadar kusma isteği uyandırıyordu, en azından İsviçre’ye gittikten kısa süre sonra böyle düşündüğünü söyleyebiliriz. 1949’da yayımlanan “İşin Aslı, Judith…” kitabında konuşan yazarın kahince sözleri, Ortega Y. Gasset’nin 1930’larda “Kütlelerin İsyanı”nında söylediklerini andırmaktadır:
“Güzel olan herkesin şüpheli sayılacağı bir dünya geliyor ve yetenekli olan herkesin ve karakter sahibi olan herkesin. Anlamıyor musunuz? Güzellik bir hakaret olacak. Yetenek bir kışkırtma. Karakter ise bir suikast. Çünkü şimdi onlar geliyor, sürüne sürüne dört bir yandan ortaya çıkıyorlar, yüz binlercesi, belki daha da fazlası. Her taraftan geliyorlar. At hırsızı tipliler. Yeteneksizler. Karakter fukaraları. Ve güzel olanın üzerine vitriol (bir tür zehir) dökecekler. Yeteneğe zift, kükürt ve iğrenç iftiralarla zulmedecekler. Ve karakter sahibi olanı bıçaklayacaklar. Geldiler bile ve sayıları gittikçe artıyor. Dikkatli olun.”
Márai’ye göre 20. yüzyıl başında ilerici liberallerin yaşadığı ve burjuvazinin burjuvazi, ahlakın ahlak olduğu (!) hümanist bir altın çağ yaşanmış ve geri dönmemecesine yitip gitmişti. (O güzel insanlar, o güzel atlara hikayesi…) Kendi misyonunu o çağı ve onun ahlakını anlatmak olarak belirlemişti: “Bazen dağılan bir sınıfın köksüzlüğünün içimde giderek büyüdüğünü düşünüyorum.” Bütün bunlar hayatının ilk dönemiydi.
Hayatının ikinci döneminin, okuyucularıyla iletişimini kaybettiği 1944 yılında başladığını savlamıştı. 1984’te “Olduğum adam 40 yıl önce öldü ve şimdiye kadar dönüştüğüm diğeri doğdu. Gerçi bu sonuncusu da şimdi dağılıyor”, diye yazmıştı. 1948’de Macaristan’dan göç ettikten sonra rotalarını İsviçre’ye kırmışlar, orada birkaç ay geçirdikten sonra İtalya’da, Napoli’nin Posilippo tepesindeki bir eve yerleşmişlerdi. Dört yıllık İtalya macerasından sonra New York’a taşındılar. Márai burada romanlarını İngilizce olarak yayımlamayı planlamıştı ama evdeki hesap çarşıya uymadı, üslubu Amerikalı editörlere göre bir hayli demodeydi. Geçinmek için bir şeyler yapması gerekiyordu ve o da Özgür Avrupa Radyosu’ndan gelen teklifi değerlendirerek yeniden gazeteciliğe döndü. Her hafta yazdığı yorumlarda politikayla yakından ilgilenen hatta yönlendirici bir figüre dönüşmeye başlamıştı. Deyim yerindeyse kendini kaptırmış gidiyordu. 1956 Macar ayaklanmasında Batı dünyasının tavrı bu heyecanını örselediyse de, 1967 yılına kadar çalışmayı sürdürdü. Bu arada Amerikan vatandaşı olmuşlar ve Márai emeklilik hakkı kazanmıştı. Tekrar Napoli’ye döndüler ve 13 yıl boyunca İtalya’yı üs olarak kullanıp dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ettiler. 70’ler İtalya’da komünizmin ön aldığı dönemdi ve derin devlet bunu önlemek için var gücüyle çalışıyordu. Ülke giderek bir kaosa sürükleniyordu. Márai buna tahammül edemezdi, Reagan Amerika’sına, San Diego’ya döndü. Sonun başlangıcı buydu.
2003’ten beri tüm dünyada olduğu gibi Türkçe’de de okurlarıyla buluştu Sándor Márai kitapları. Bu dönemde altı yapıtı dilimize çevrildi. “Yürek Yangını” (2003, çevirmeni belirsiz), “Parma Kontesi” (2004, Özgür Pozan), “Eszter’in Mirası” (2009, Hilmi Ortaç), “Bir Burjuvanın İtirafları” (2010, Sevgi Can Yağcı Aksel), “Buda’da Bir Boşanma” (2011, Tarık Demirkan), “İşin Aslı, Judith ve Sonrası” (2019, Esen Tezel).
Bütün bu kitaplara baktığımızda, Márai’nin yazınsal dünyasını ele veren temalarla karşılaşırız. Kendini bağlayan şeylerden (aile, din, ırk, toplum vs.) kaçtığını söyleyip dursa da, aslında kaçtığı o dünyayı her kitabında yeniden ve yeniden kurmak için didinir. Her büyük ahlakçı gibi bir tabula rasa arayışındadır ve her seferinde bunun olamayacağını gördüğü için, Sisyphos gibi aynı kayayı yeniden yeniden sırtlar: “Yazmak sonuçta davranıştan başka bir şey değildir. Biraz abartılı olacak belki ama ahlaki bir davranış da denilebilir.”
Çok uzun yıllar bu tavrını korumuştur ama artık ölümden başka bir şey beklemediği zaman günlüğüne şöyle not düşecektir: “Tanrı, merhamet, lütuf, rahipler, filozoflar… Her şey yalan. Anlam yok, sadece acımasız gerçekler var.”
Romanlarında hep uzun monologlara eğilim gösterir; bir fikri, tıpkı bir heykelin etrafında dolaşırcasına, bütün açılarıyla tartmaya çalışır ama bu sırada sık sık yan sokaklara sapmaktan alıkoyamaz kendini. Biçimsel olarak bu uzun monologlara ihtiyacı vardır, çünkü karakterlerinin yazgılarına baştan karar vermiştir ve hem karakterleri hem de okuru oraya sürüklemek için aklına gelen bütün imkanları kullanır. Eszter’in Mirası’ında örneğin… Eszter, kendini dolandıran, sonra kız kardeşiyle evlenen eski kocası yıllar sonra kapısını çaldığında, sabırla adamın bütün argümanlarını dinler ve kendisini yine dolandırdığını bile bile elinde kalan son şey olan evini ona altın tepside sunar. Biz okurken buna isyan ederiz. Márai’nin amacı da budur zaten. Eski koca rolünde, okuru olmayacak bir hikayeyi kabul etmeye zorlar, çünkü her şeyin ardında yatan yazgısal bir gerçek vardır ve ancak Márai, o bitip tükenmez monologlarıyla ve bir Hercul Poirot edasıyla bunu ortaya çıkarmaktadır.
Türkçe’deki romanlarını arka arkaya okuduğunuz zaman şaşırtıcı biçimde hepsinde üçgenler kurduğunu görürsünüz. Arzu üçgenleridir bunlar. Fransız filozof, antropolog ve yazar Rene Girard, 1960’larda kaleme aldığı “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat” kitabında, edebiyatta arzu üçgeni üzerine bir teori geliştirmişti. O kitabın önsözünde Orhan Koçak, yazarın teorisini şöyle özetliyordu: “Üçgenin köşelerinde arzulanan nesne, arzulayan özne ve arzunun dolayımlayıcısı (médiateur) vardır. “Safdil” anlayış için, esas olan nesnedir; öznenin arzusunun sebebi ve kaynağı o nesnedir. Bir sonraki (daha az “safdil”) anlayışa göre, her şey özneden kaynaklanıyordur; nesne önemsiz değildir ama arzunun kendisi (ve öznesi) nesneden bile önce gelir: Arzu, nesnesini arayıp bulacak, yoksa yaratacaktır. Bu iki anlayışta da üçüncü köşe (dolayımlayıcı) silinmiştir; bir üçgen değil, bir düz çizgi vardır ortada. Girard’ın yaptığı, bu gizli, üstü örtülmüş “kışkırtıcıyı” ön plana çıkarmaktır: Özne, bir başkası tarafından arzulandığı için arzuluyordur nesnesini; ona arzusunu veren, o arzuyu “dölleyen” ve kışkırtan (başka bir deyişle dolayımlayan) başka biri vardır hep. Bu başkası arzunun modelini verir özneye.“
Márai’nin romanları bu bakış açısıyla okunmayı fazlasıyla hak eden yapıtlardır.
Başyapıtı olarak nitelenen “Bir Burjuvanın İtiraflarına” gelince… Burada anlatılanın Márai’nin kendi yaşantısının yaklaşık ilk otuz yılı olduğu çok yazılıp çizildi. Bundan kimsenin kuşkusu yok elbette. 20. yüzyıl başında yaşanmış liberal burjuva “idilini” gerçekten de olağanüstü güzellikte anlatır.
Ama belki de sorulması gereken doğru soru şu olmalıdır: Kim kendi gerçeğini bütünüyle anlayabilir ve anlatabilir ki?
20. yüzyılın bir başka önemli Fransız filozofu Gaston Bachelard’ın saptaması eşliğinde düşünebiliriz bu soruyu: “Saf anıyı, yalnızca bize ait olan anıyı başkalarına anlatmak istemeyiz. Onun pitoresk ayrıntılarını veririz yalnızca. Onun asıl varlığı bize aittir ve onu ne olursa olsun bütünüyle açığa vurmayız.”
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com