Evvelemirde halle muhtaç bir hususu izah etmeli. Gün Benderli‘nin, periyodik aralıklarla yayınlanan anıları Nazım Hikmet ve sathi olarak Doğu Avrupa’da yaşadıklarına dairdir.
2003 yılında Belge Yayınlarından çıkan ve yakın zamanda İletişim Yayınlarının yeniden bastığı Gün Benderli’nin anı kitabı Su Başında Durmuşuz ile seri üçe tamamlanmış oldu.
Aynı yayınevinden 2020’de Giderayak Anılarım Nazım Hikmet de yayımlanmıştı.
Burada yer alan bilgilerin önemli kısmı, Su Başında Durmuşuz‘da daha da ayrıntısıyla var.
İki anı kitabı da ismini Nazım Hikmet’in şiirlerinden almış. Aralarındaki fark, ikinci anı kitabının biraz daha gözden geçirilmiş ve bilgi-belgeye dayanmış olmasıdır.
Hitap şekli, “Nazım Hikmet”ten daha bir aidiyet ifade eden “Nazım abi”ye dön(üş)müştür.
Bir de “Sofralar ve Anılar” kitabı var. Bu kitapta, yemek tariflerinin yanına anılarını da serpiştirmiştir.
Gün Benderli, Su Başında Durmuşuz‘un bir yerinde “Anı yazmaya oturmak, ölümün yaklaştığı anlamına gelir” diye yazar.
Barbara Caine, 19 ve 20’nci asırlarda otobiyografilerin, ‘tarih’i bir metin olarak kabul edilmediği gibi [onlara] ‘tarihsel kaynak’ olarak da şüphe ile yaklaşıldığını ifade eder.
Çünkü büyük ölçüde her iddiasını ‘belgeye’ dayandıran tarih ilmi, otobiyografileri ve anıları büyük ihtimalle öznel kabul ediyordu.
İngiliz tarihçi G. Kittson Clark da “Tüm kişisel kayıtlar arasında en az inandırıcı anı ve otobiyografilerdir” görüşünü paylaşır.
Ancak son birkaç on yıldır tarihçiler, eski düşüncenin hilafına, otobiyografi ve onun tarihsel önemi hakkında farklı düşünmüş, bir belge değeri atfederek, kaynaklarında kullanmaya başlamışlardır.
Peki ne oldu da bu bakış açısı değişti?
‘Köleler’, ‘çalışan erkek-kadınlar’, ‘yoksullar’ ve ‘dini bütün insanlar’a ait yaşamları hakkında tek bilgi kaynağı olan otobiyografi ve anıların değer görmeye başlamasıdır.
Daha önceden bunların hayatı ihmal ediliyor, kayıt dışı bırakılıyordu. 1960’lardan sonra beliren ‘toplumsal tarihin gelişimi’ ve ‘aşağıdan tarihe’ yönelik ilgi otobiyografiyi önemli kılmıştır.
Gün, Nazım Hikmet ile ilk defa bir ders kitabında yer alan şiiriyle yüz yüze gelmiştir. İlk anısı budur.
Ardından Nazım Hikmet’in, henüz şairliğinin rüşeym halinde olduğu yıllarda, 15 yaşında iken, yazdığı Yaralı Hayalet (1917) şiirini babasının kendisine okumasıyla ‘kutlu’ tanışma gerçekleşir.
Galatasaray Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği ve İstanbul Baro başkanlığı yapan babası, evin içinde volta atarak Nazım Hikmet’in sanatçı kimliğinden dem vururken yine de şerh koymayı ihmal etmez:
“Yazık ki [Nazım] komünist, komünizm ise Türkiye’ye yararlı olmaz” cümlesini sarf ederek hükmünü icra etmiştir.
Bu saatten sonra ‘komünizm’ sözcüğü, Gün’ün kafasını kurcalamaya başlar.
Tam o sıralarda Attila İlhan, İzmir’den İstanbul’a, Gün’ün devam ettiği Işık Lisesi’ne nakil olur.
Attila İlhan’ın namı önden yürümüştür. Gün’ün ifadesine göre, ‘müseccel komünist’ Attila İlhan’dan “Bulaşıcı bir hastalıktan kaçar gibi” uzak durmuşlardır.
Ama merakı giderilebilmiş değil. Kafasını kurcalayan, beynini karıncalandıran sorular, şüpheler ileride aynı yastığa baş koyacağı ruh eşi Necil’le tanışması ile tedrici olarak giderilecektir.
Babasının, bilmediği, bilip de sakladığı, Gün’ün fısıltı ile bile olsa sor(a)madığı soruların cevabı Necil’de saklıdır.
O günlerde Gün, Sevim Belli ile tanışır. Sevim Belli, Boşuna mı Çiğnedik anı kitabında bu tanışmaya başlık açmıştır.
Sevim Belli, Necil, “Gün ile özel ilgilenmemi ve onu yetiştirmemi istedi” diye not düşer.
Gün’ü, aklından her geçeni “çocukça” da olsa söyleyecek kadar “dürüst” bulmuş, ama aynı zamanda bir kuş kadar ‘ürkek’ ve ‘tedirgin’ olarak hatırlamıştır.
Gün, ailesiyle sorunlar yaşadığı günlerde Necil ile evlenir (1947). İki sene sonra da Fransa’ya giderler. Gün, Paris’te tıp fakültesine kayıt yaptırır.
Paris’te, Türkiye’den farklı bir hava ve ortam ile karşılaşırlar. Türkiye’de çizilmesi yasak olan orak-çekiç resimleri, asılması namümkün afişler ve de yayınlanması, okunması memnu kitaplar burada ‘tuhaf’ bir şekilde serbesttir.
Ama birinci Fransa “macerası” ancak beş ay kadar sürer. Türkiye’ye dönüşlerinde Gün ve Necil Türkiye Komünist Partisi’ne üye olmuşlardır.
Kaçak göçek buluştukları Enver Gökçe, kendilerine ‘partiye alındıkları’nı muştular. Daha partiye alınmanın şaşkınlığını üzerinden atamamışken Enver Gökçe ellerine partinin programı ve tüzüğünü sıkıştırıverir.
Gün, Yüksek Tahsil Gençliğinin tertiplediği meşhur Nazım Hikmet’in af kampanyası Çiçek Palas hadisesinde vardır.
Zaman akıp giderken, Necil’in, Milli Emniyette çalışan bir akrabasından ‘yakın zamanda’ sola yönelik bir tevkifatın başlatılacağı haberi gelince 1951’in hemen başlarında yeniden Fransa’nın yolunu tutmuşlardır.
Bu zaman diliminde, Sevim Belli hem yurtiçinde hem de yurtdışında faaliyetleri olan ve Türkiye’nin, Kore Savaşı’na katılmasına ve NATO’ya üyeliğine karşı çıkan, diğer taraftan da 1950 yılındaki Nazım Hikmet’in af kampanyasındaki rolü ile bilinen İleri Jön Türk hareketini evirip çevirmektedir.
Sevim Belli’nin adını koyduğu ve Nazım Hikmet’in “Seni Düşünüyorum TKP’m Benim” şiirinde geçen “Barış Yolu” dergisini kıt imkânlarla da olsa neşretmeye başlarlar.
Dergi, Vartar İhmalyan’ın Lübnan’da yaşayan kardeşi Jak tarafından Türkiye’ye sokuluyordu.
Türk komünistlerinin Doğu Avrupa macerası
İkinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Blok’u ülkelerinde Dünya Gençlik Festivalleri tertip ediliyordu.
Bunlardan ilki 1947 yılında Prag’da, ikincisi 1949 yılında Budapeşte’de ve Türklerin ilk defa katıldığı üçüncüsü ise 1951 yılında Doğu Berlin’de gerçekleşir.
104 ülkeden 30 bine yakın gencin davet edildiği festivale Türkiye’den de Erem Esen ve Halim Spatar katılmışlardır.
Paris’ten Berlin’e doğru yola çıkan Gün, Nazım Hikmet ile tanışacağı için çocuklar kadar şendir.
Dünyanın her yerinden insanlar katıldığı için festival alanına üçüncü günde vardıklarında tribünde Nazım Hikmet de vardır.
Festival alanında görünceye kadar ‘kuru kuruya’ Nazım Hikmet olarak hitap ettiği kişi, o saatten sonra ‘Nazım ağabey’ olmuştur:
Sevilmeyecek, hayran olunmayacak bir insan değildi Nazım ağabey.
Festivalde omuzlarda taşınan Nazım Hikmet ile tanışması onu son derece büyülemiş ve Nazım’ın tılsımına kapılmıştır.
Nazım Hikmet, otel lobisinde Gün’e “İleride birtakım çalışmalar olacak. Sosyalist ülkelerde de Türk radyo yayınları başladı yahut başlamak üzere” diyerek Budapeşte radyosu Türkçe servisini muştulamıştır.
Osman Rauf Alper Mülteci Komünist anı kitabında Nazım Hikmet’in Budapeşte’de radyo açılması için özel çaba sarf ettiğini, o tarihlerde Macar Sosyalist İşçi Partisi’nin başında bulunan Rakoji ile konu hakkında özel görüştüğünü Gün ve Necil’den dinlediğini aktarır.
Budapeşte radyosu Türkçe servisine gelen mektuplarda “Nazım Hikmet neden Türkiye’den gitti? Neden bizimle burada kalıp bize faydalı olmadı?” gibi mütenevvi sorular vardır.
Nazım Hikmet bu sorulara birinci elden verdiği cevapta şöyle der:
Ben eğer Türkiye’den çıkmasaydım öldürülmüş olacaktım…Hapisten çıktıktan sonra, beni askere almak istediler… Haber aldığıma göre, beni sadece askere alacak değillerdi, askere almak bahanesiyle harcayacaklardı. Sonra, ‘Nazım Hikmet askerden kaçtı ve kaçarken öldürdük’ diyeceklerdi.
Gün, Nazım’ın Türkiye’den kaçışının, genel kanının aksine, tamamen kendi imkânlarıyla olduğunu vurgular.
TKP’nin, hiçbir rolü yoktur. Münevver’in ‘kaçışı’ da öyledir. Partinin hiçbir dahli olmamıştır.
Bu noktada Nazım Hikmet’in yurtdışına çıkmasını sağlayan kişi, Nazım’ın kız kardeşi Melda ile nişanlı olan Refik Erduran’a başvurmakta fayda var.
Erduran, yakın akrabası olan İstanbul Kuzey Saha Deniz Komutanı Amiral Münci Ülhan’ı ziyaret edip en yetkili isimden Boğaz trafiği ve tedbirler noktasında gerekli ve tatmin edici bilgileri alır.
Sıra Karadeniz’in hırçın dalgalarına dayanacak bir motor teminine gelir. Ardından da bir dedektif titizliğiyle hazırladığı kaçış planını tereyağından kıl çeker gibi uygulamaya koyar.
Nazım Hikmet de 1961 yılında yazdığı “Otobiyografi” şiirindeki “951’de bir denizde genç arkadaşımla yürüdüm üstüne ölümün” dizesindeki “genç arkadaş” Refik Erduran’dır.
1954 yılında Budapeşte’de tiyatro günleri başladığında Nazım Hikmet’in “Bir Ölünün Evi” isimli piyesi “Bayramın Birinci Günü” şeklinde sahnelenmiştir.
Nazım Hikmet’in de teşrif etmesi, “Bu eşsiz insanın bize ait olması”ndan mütevellit gurur duymuşlardır.
Yazarlar Birliği’nin davetlisi olan Nazım Hikmet ile Budapeşte’de 1955 yılında son defa bir araya geleceklerdir.
Gün ve Necil, hemen hemen her gün Nazım Hikmet’in kaldığı otele giderek “O yorulup pes diyene kadar şiirlerini teybe” almışlardır.
O zamandan beri birçok yerde çoğaltılıp bant, plak, kaset ya da CD olarak yayılan Nazım Hikmet’in kendi sesiyle okuduğu şiirlerin hemen hepsini ona Yılmaz’ın tuttuğu bir mikrofonla, işlettiği ve ayarladığı çok ilkel bir teybe söyleten bizdik.
Bugün Nazım Hikmet’in kendi sesinden dinlenen şiirlerin kahir ekseriyeti o çabanın ürünüdür.
Osman Rauf Alper de bunu teyit ediyor. Hem de “Hiçbir maddi beklenti olmadan” kayıt altına alındığını onaylar.
Mutat gerçekleşen görüşmelere dönersek Nazım, Türk edebiyatı hakkında kanaatlerini paylaşır.
Sait Faik’i, “En güzel hikâyecilerimizden biri” olarak hakkını teslim etmiştir.
Gerçi o sohbetlerde üzerinde en çok durduğu kişi Orhan Kemal’dir. Onu, Maksim Gorki ile kıyas edecek kadar beğendiğini okuyoruz satır aralarında.
Bu muhabbetlerde Orhan Kemal’i taltif etmekle birlikte onun, haddinden fazla “mahalli şive” ile yazmasına itiraz eder.
Bereketli Topraklar Üzerine romanını çok beğenmekle birlikte romanda çok fazla ‘ümitsizlik’ havasını hissettirmesini yersiz bulur.
Netice itibarıyla Türk milletinin bu kadar ümitsiz olduğu noktasında Orhan Kemal ile ihtilafa düşmekten sakınmaz.
“Güzel günler göreceğiz” dizesinin şairi belli ki çok ümitvardır. Onun için de Orhan Kemal’in yazdıklarına olduğu gibi, Mahmut Makal’ın ‘yazdıklarını beğeniyor’ olmasına karşın, köyü ‘ümitsiz’ görmesine içerlemiştir.
Zira, onun noktai nazarında, Mahmut Makal’ın içinden çıktığı köylerde daha birçok “Mahmut Makal” vardır.
Devamında kendi eserlerine sıra gelir. “Milli Kurtuluş Hareketi Destanı”nda bir dizede “Mavi gözlü başkumandan” dediğinde eleştirildiği için bu dizeyi çıkarttığı hatırlatınca Nazım Hikmet “Doğru, kızım” diye onaylar Gün’ü.
Macaristan’daki son buluşmada büyük şairin, genç dimağlara sıkı sıkı tembihlediği bir ‘vasiyet’i vardır:
Bir gün elbet Türkiye’de devrim olacak, sosyalist düzen kurulduğunda…Bayrağımızı değiştirmeyin, değiştirmek isteyenlere engel olun, Ay yıldızlı bayrağımız değişmeden, hep öyle kalsın.
Gün, Nazım Hikmet’in kulaklarına küpe olsun diye hiç yeri yokken üstelediği ‘bayrağı koruma altına alma’ meselesini, Macaristan’da komünist yönetim tarafından Macar bayrağından çıkarılan eski armanın yerine ‘buğday başaklı kızıl yıldız’ın, Macar olayları (1956) sırasında gençler tarafından makaslandığını görünce anlar.
Budapeşte radyosunda Gün ve Necil, Zekeriya ve Sabiha Sertel ile birlikte çalışmışlardır. Ama Serteller ‘huzursuzluk’ içerisindedirler.
Gün’ün penceresinden Sabiha Hanım ‘iyimser ve saf görünümlü’dür. Onun bu vasıfları, Gün’e, Tan gazetesi baskınına meşaleyi yakan Hüseyin Cahit’e kafa tutan, öyle kolay değildir her devrin müzmin muhalifiyle aşık atmak, ‘o yazıları yazan’ın bu Sabiha mı olduğu sorusunu sordurtmuştur.
Öyle çok konuşkan değildir. Ancak kalemi eline alıp kâğıda ‘fiske’ vurmaya başladığında bambaşka bir Sabiha’ya bürünürdü.
Sabiha Hanım ve Necil, büyük umutlarla çıktıkları yolda, ‘hayal kırıklığı’ içerisindedirler.
Bu durumun farkında olan Zekeriya Sertel, onları dalga konusu yapmaktan kendisini alamamıştır.
“Redaksiyondan gelen yazıların Macaristan’da elde edilen olağanüstü büyük başarılardan söz edilmekte. Macar buğdayı hektar başına bu yıl kaç ton vermiş? Macar mısırları nasıl ıslah ediliyormuş?” türü haberleri fırsat bilen Zekeriya Bey’in Macar radyosunu ‘burjuva’ radyosu BBC ile kıyas etmesi ipleri iyice germiştir.
BBC’den verdiği örneklerle Budapeşte radyosunun ne kadar ‘fuzuli’ işlerle meşgul olduğunu gösteriyor.
Aynı ortamda çalışmalarına mukabil Zekeriya Bey ile Necil’in yıldızı bir türlü barışmıyor.
Bir vakit Zekeriya Bey, “Demokrasiden haberlerinin olmadığını” zımnen ifade edince, tarizlere alışkın olan Sabiha Hanım, çaresizce, “Ne yapalım Zikri, böyle işte” demekle yetiniyor.
Sabiha Hanım bütün umudunu, Gün’ün, adını daha önce hiç duymadığı ve kendisi için ‘herhangi bir muhabbette adının geçmediği’ İsmail Bilen’e namı diğer Marat’a bağlamıştır.
Maymuncuk vasfını haiz ve parti lideri olma imtiyazının sefasını süren Marat, her sorunun ‘çözümünü’ uhdesinde saklamıştır.
Marat, nihayet 1953 yılında Stalin’in ölümünü müteakip bir zamanda ‘imdada’ yetişir.
Marat’ın neden bu kadar geç geldiğini, yıllar sonra, 1962’de Leipzig’de düzenlenen bir konferansta Nazım Hikmet’ten “Marat’ın Moskova’dan çıkmasının yasak” olduğunu dil sürçmesiyle öğreneceklerdir.
Partinin ‘biricik’ amentücüsü konumundaki Marat’ın ağzından çıkanların ‘kanun’ olarak kabul edildiği günlerde, Gün’ün, ona dair kanaatleri hiç de müspet değildir.
Çünkü Marat, “Bir şey uydurur, tekrarlaya tekrarlaya kendisi de uydurduğunun gerçek olduğuna inanırdı.”
Başka bir yerde Marat için “Tepeden tırnağa kötü olan kötülük yapmak için yaratılmış insan değildi ki. O da bir insandı. Zaaflarıyla, hırslarıyla iyi kötü taraflarıyla” tümcelerini dizerek açık kapı bırakmıştır.
Tarihi belirsiz ‘herhangi bir’ 1 Mayıs arifesinde Marat’la pistte dans ederken belki de aşırı alkolün etkisiyle olacak, Gün’e, “Biliyor musun, bir zamanlar seni Sibirya’ya sürülmekten ben kurtardım” diyerek ‘havariliğe’ soyunmuştur.
Kafası karışık bir şekilde inanıp inanmamakta tereddüt yaşayan Gün, şöyle demiştir:
Doğru olabilir…Başımdan geçen olayları düşününce bu Sibirya hikayesinin pek de masal olmadığını hissediyorum. Ama o mu kurtardı beni Sibirya’dan, yoksa o mu yolu açtı bana Sibirya yolunu emin değilim…
Marat, vehimli sezilerini katiliğe kavuşturup Macar polisine ‘şüpheli kişidir’ diye Gün’ü izlettirmiştir.
1959 yılında Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da ailesiyle bir araya geldiklerinde otel odasında babası dedektif titizliğiyle dinleme cihazı ararken Gün, “…Hala bu yalanlara inanıyor musunuz” müstehzi sorusuyla birlikte “…Kimse bizi dinlemiyor, istediğiniz gibi konuşabilirsiniz…” diyerek onları rahatlatır.
Ancak gerçek hiç de öyle değildir. Aradan yıllar geçtikten sonra, Gün, normalde Bilal’in vehimli, kuşkucu hareketlerinden gına gelse de Leipzig’de “Sen biliyor musun Gün, Sofya’da annenle babanla buluştuğunuz zaman o odadaki bütün konuşmalarınız banda alınmıştı. Tercümelerini kardeşime yaptırdılar. Ondan biliyorum” diye itirafta/ifşaatta bulununca Gün Benderli oracıkta donup kalmıştır.
Nazım Hikmet ile başka bir görüşme 1956’da Prag’da gerçekleşir. Bu sefer biraz ‘buruk’ ve biraz ‘gergin’.
Otelde buluştuklarında Nazım Hikmet’in o her zamanki ‘sevecenliği’ yok. Bilakis suratı asıktır.
Hoşbeş faslı yaşanmadan konuya direkt giren Nazım Hikmet’in, “Türkiye ile temasınızı derhal keseceksiniz” kati emrini şaşkınlık içerisinde dinleyen Gün, “Ne teması? Yok ki bizim temasımız” diye savunma perdesini açınca, Nazım Hikmet, istifini bozmadan devam ederek şunları söyler:
Türkiye ile temas kurduğunuz, ilişkide bulunduğunuz biliniyor. Bu teması derhal ve kesinlikle kesmeniz partinin emridir. Boşuna inkâr etmeye çalışmayın! Bu temasın varlığını gösteren belgeler, vesikalar var elde.
Necil biraz alttan alarak Türkiye ile herhangi temaslarının olmadığını anlatmaya çalışırken, Gün, yekten, kendinden geçmişçesine, o güne kadar beslediği muhabbet ve hayranlık hislerini bir kenara iterek yangın harabesine dönüşen yüreğinin çarpıntısı ve kafa bulanıklığıyla Nazım Hikmet’in masmavi gözlerinin içine bakarak; şöyle der:
Bizim Türkiye ile hiçbir temasımız, hiçbir ilişkimiz yok, ben iki yıl boyunca anama bile tek satır olsun yazmadım. Şimdi annem nerede olduğumu bilmiyor. Sözünü ettiğin, temasımızı sözde kanıtlayan belgelere, vesikalara gelince biz öyle belgeleri çok gördük. Biz Macaristan’dan geliyoruz Nazım ağabey, Macaristan’dan! Rajk’ların, Rajk gibilerinin sahte belgelerle, vesikalarla ipe çekildikleri Macaristan’dan. Sen hangi belgeden, hangi temastan söz etmeye kalkıyorsun şimdi!
Nazım Hikmet ve Gün’ün işaret ettiği, ‘kriminalleştirme’, ‘iblisleştirme’ ve ‘düşmanlaştırma’ gibi itiyadı hususiyetler taşıyan belgeler, Doğu Blok’u ülkelerinin muttarit üslubu haline gelmişti.
Prag’daki görüşmeden bir sene sonra Budapeşte’de Necil, Yılmaz, Gün ve Marat masa başında otururken birden Marat, “Nazım Hikmet’in davranış ve konuşmalarıyla Türkiye Komünist Partisi’ni son derece güç duruma düşürdüğü, kendisinin artık partili sayılmayacağı, onunla temas edilmemesi” gerektiğini ifade ederek cezasını kesmiştir.
Peki, nedir Nazım’ın suçu?