Son Günler belgeselindeki konuşmacılardan tarihçi Randolph Braham “iki savaş vardı,” diyor, “biri askeri savaştı, bununla el ele, bir de SS’in Yahudilere karşı yürüttüğü ikinci bir savaş vardı.”
Arabayı yolun ortasında durdurdum, el frenini çektim, öylece kalakaldım.
Kabaca bir hesapla, beş yüz metre gittiğimi düşündüm.
Arabanın içinden bir yerden “vik-vik” diye bir ses geliyordu.
Ölümle burun buruna gelmiş, belki yaralanmış, belki kolu-bacağı kopmuş, sıkışmış, acı içindeki bir kedi yavrusunun sesi.
Arabadan çıktım, kaputu açtım ve “vik-vik” seslerinin sahibi o küçücük kafalı, dünyalar güzeli kediyi motor aksamının aralarında bir yerde gördüm.
O bana bakıyordu, ben ona bakıyordum.
Korkudan titreyen kafasını sabit tutamıyordu.
Ama hiçbir yerine bir şey olmamıştı, kerata beni geceler, belki de aylar boyunca kahredebilirdi yaralansaydı, oysa iyi görünüyordu, bir şekilde minimini bedenini güvenli bir yerde tutmayı becermişti.
Bitten hallice bir boyu, endişeli gözleri, yeni büyümekte bıyıkları vardı, tekir bir sokak kedisi, galiba iki saat sürdü onu motordan çıkarmamız.
İtfaiye geldikten kısa bir süre sonra, itfaiyecinin kalın eldivenli elinde gördüm benim biti, çok korkuyor, etine buduna, küçücüklüğüne ve tatlılığına bakmadan herkesi ısırmaya çalışıyordu.
Derken, sanırım daha önce tartolet falan konan bir pastane kutusunun içinde kucağıma koydular kediyi.
Belki itfaiyecilere verilen bir hediyenin artakalanıydı, belki başka bir şey, ama arabaya bindiğimde, kucağımda, tartolet kutusu içinde bir yavru kedi oturuyordu.
Viklemesi geçmişti ama hâlâ korkuyordu, yaşadığını atlatması biraz zaman alacaktı.
Yol boyu, onu alıp eve götürmeyi düşündüm ama yapamadım, götürüp, arabayı park ettiğim yere, annesi olduğunu düşündüğüm bir kedinin yanına bıraktım.
Biraz mama ve su koydum yanına.
Eve götüremedim çünkü insanlar daha uzun yaşıyorlar ve benim ölümlere pek tahammülüm yoktur.
Tartoletin bir de fotoğrafını çektim.
Böylece, ben o fotoğrafı silmediğim müddetçe, aramızda kimselerin bilmediği bir bağ olacak hep.
Tartolette kedi görmek, belki beni çok daha şaşırtabilirdi ama o gün arabaya bindiğimde bir belgeselin özel gösteriminden yeni çıkmıştım ve orada da hayatta kalmayı başarmış bir Macar Yahudisi kızın, toplama kampına götürülürken yanına sadece mayosunu aldığını görmüştüm.
MACARİSTAN’IN İŞGALİ
Macaristan işgal edildiğinde tarih 19 Mart 1944’tü, yani savaşın bitmesine gün sayılıyordu.
Güneyden ve doğudan ilerleyen ordulara karşı duramıyordu Almanlar, Afrika’dan da sökülüp atılmışlardı ama yakıp yıkmaktan vazgeçmemişlerdi.
Avrupa’nın en kalabalık Yahudi nüfusu Macaristan’daydı ve girdiklerinde, onlar için bu büyük bir hazineydi.
Birkaç ay içinde Macaristan’ı tarumar ettiler.
Naziler, beğenmediklerini tıklım tıkış vagonlara doldurup Auschwitz’e yollarken cephe cephe geri çekiliyorlardı.
Ellerini çabuk tutmaları gerekiyordu öte yandan, zira öyle öldüreceklerdi ki bu insanları, savaşı kaybetseler bile onlar bellerini bir daha asla doğrultamayacaklardı.
Dörtyüzkırkbin kişi…
Son Günler belgeselindeki konuşmacılardan tarihçi Randolph Braham “iki savaş vardı,” diyor, “biri askeri savaştı, bununla el ele, bir de SS’in Yahudilere karşı yürüttüğü ikinci bir savaş vardı.”
Auschwitz’e yollananlar, etraflarında olan bitenin farkındaydılar aslında.
Polonya’dakilerin, Litvanya’dakilerin, Belçika’dakilerin başına gelenler biliniyordu çünkü özellikle doğudaki ülkelerden kaçanlar için ilk sığınak Macaristan’dı ve her gelen haberleriyle birlikte geliyordu.
“Niye bir şeyler yapmadınız? Niye saklanmadınız? Niye kaçmadınız?” diye soranlar olmuş ama hiçbir şeyin bir anda olmadığını, faşizmin çok yavaş geldiğini ama bu gelişin hepsini kapana kıstırdığını söylüyor bir başkası.
Çember yavaş yavaş daralmış ve Naziler iki motosikletle kasabaları işgal edebilecek üstünlüğe ulaşmış.
Sonrası, çok zaman gördüğümüz bir filmin benzer sahnelerinden ibaret.
Çocukluk arkadaşlarının, komşularının, geçen hafta taziyeye veya pikniğe gittiğin, güvendiğin insanların sana gösterdikleri gaddar tutum, geride kalan malları yağmalamayı beklerken birer akbabaya dönüşmeleri hepsinin.
İşte o günlerde, yani yerlerini yurtlarını terk ederken yanlarına sadece yirmi beş kilo ile eşya alabilecekleri söylendiğinde, “bana iyi zamanları hatırlatacak bir şey almak istedim,” deyip verdiği tuhaf kararın gerekçesini de açıklıyor.
“Çok depresif ve endişeliydim. Ben de bir mayo buldum. Onu bana babam getirmişti…”
Ve, gözleri doluyor aradan geçen elli küsur seneye rağmen.
“Sonra akşamüstü, merdivenden çıkan asker botlarının sesini duyunca koştum ve bu mayoyu elbisemin altına sakladım. Evi de öyle terk ettim.”
Mayoyu toplama kamına götürmüş ama orada el koymuşlar tabii, onu çıkardığında, adeta güzel olan son şeyi de geride bıraktığını duyumsamış.
Çıplak kalmak, kötülüğe açık, kötülüğe korumasız kalmak olmuş.
Bir başkası, annesinin son anda elbisesinin içine iliştirdiği ve “bunlarla ekmek alırsın,” dediği birkaç parça mücevheri meşhur rampaya geldiğinde yutmuş, derken, kurtuluşa kadar bu “oyun” devam etmiş.
Naziler o birkaç ışıltılı taş parçasını bulmasın diye yutmak, sonra bulmak, temizlemek, sonra yeniden yutmak, sonra yeniden…
Ama belgeselin çekildiği 1998’de o taşlar hâlâ duruyor.
Naziler yok oldu ama direnişin simgesi taşlar duruyor.
Son Günler, beş Macar Yahudisinin yaşadıklarını anlatırken neler yaşandığını da kimi zaman fotoğraf ve videolar eşliğinde gösteriyor.
MENGELE’NİN İNSANLAR ÜSTÜNDEKİ MANYAK DENEYLERİ
El ele tutuştuğu annesinin elini bırakıyor, onun gaz odasına gönderileceğini hiç bilmeden…
Bir diğeri babasını görüyor, tıraşlı başı, çizgili kıyafetleriyle…
Üzülmesin diye saklanıyor ondan ama başaramıyor, son hatıra, bir küçük veda.
Mengele’nin manyak deneylerine maruz kalmışlar.
Ama bu belgeselin en çarpıcı konuşmacısı bence Dr. Hans Münch’tü…
Münch tıp doktoru bir Nazi, aynı zamanda Auschwitz’in de doktoru.
Mengele’nin yanında çalışmış, birlikte çeşitli “insan deneyleri” yapmışlar.
Ama Münch, Auschwitz’de yaptıklarından ötürü yargılandığı halde beraat edenlerden biri.
Peki, nasıl oluyor da insanlar üzerinde deneyler yapan bir toplama kampı doktoru beraat edebiliyor?
Hans Münch, bu belgeselde de neler yaptığına kısaca değiniyor.
Mesela, Irene Zisblatt’tan öğrendiğimize göre, Auschwitz’in doktorları, onun da arasında olduğu insanları su basmış karanlık bir zindana atıp hiçbir şey vermemişler ve birkaç gün sonra, kapkaranlıkta dışkıyla beslenen bu insanların gözlerinin renginin değişip değişmeyeceği deneyinin sonucu belli olmuş.
Bunlar Mengele’nin meşhur insan deneyleri.
Hans Münch, kendi ifadesine göre neler yapıldığını gördükten sonra bu insanları ölümden kurtarmak için harekete geçmeye karar vermiş ama yapabileceği çok bir şey de yokmuş.
O da Mangele’nin zayıf noktasını bularak, mahkûmlara zarar vermeyen, hileli testler yapmaya başlamış.
Böylece, zaman kazanmaya çalışıyormuş.
Ammavelakin, şu sözler de belgeselde, Münch’ün ağzından dökülüyor: “İnsanlar üstünde deney yapmak isteyenler için burası uygun bir çalışma yeriydi.”
Kız kardeşi Auschwitz’de öldürülen Renee Firestone, Hans Münch’le buluşup ona Auschwitz’den aldığı klinik raporlarını gösteriyor.
Ve, soruyor: “Kız kardeşime hangi deneyleri yaptınız?”
Hans Münch beklenen cevapları vermiyor ve Renee, “medeni kalmaya çalıştığını” ama verilen kaçamak cevaplar karşısında da çok sinirlendiğini söylüyor.
Binlerce insanın Münch’ün kliniğinde öldüğü bir hakikat.
Ama mahkemeden biliyoruz ki, mahkûmlar arasında Münch lehine tanıklık yapanlar var.
HER ŞEYİ BİLDİĞİMİZİ SANIYORUZ AMA HİÇBİR ZAMAN BİLEMEYECEĞİZ
New York Times’in Pulitzer sahibi genel yayın müdürü A. M. Rosenthal, bu belgesel üstüne yazdığı yazıda “Holokost hakkında her şeyi bildiğimizi sanıyoruz ama hiçbir zaman bilemeyeceğiz,” diyor.
500 bin kadar insan sürülmüş Macaristan’dan, her biri tekil, milyonlarca hikâye demek bu.
Ve her biri, bize gerçeğin bir başka yanını gösterecek.
Toplama kampına mayosuyla giden Irene gibi…
O mayoya kim bilir ne oldu, onu bulan Nazi subayı acaba ne düşündü, nereye kondu, sonra ne yapıldı ondan…
Son Günler’in içimde yarattığı acıya, Tartolet’i bırakmanın acısı eklendi.
Onu ölüme bırakmadığımı düşünerek kendimi avutmaya çalışıyorum.
Annesini bulduğuna, birlikte olduklarına, kardeşleriyle eğlendiğine…
Ara ara oraya gidip Tartolet’e bakacağım.
Tartolet kutusunda vik-vikleyen bir yavru kedi ile toplama kampında güzel bir genç kız mayosu…
Bu ikisinin arasında çok yakın bir bağ vardır.
Eskiden bir tek ben biliyordum, artık siz de biliyorsunuz.
www.politikyol.com