On yıl önce Cirque du Soleil’in İstanbul’daki gösterisini izlemeye gitmiştik. Çocukken bir çok sirk gördüğüm, üzerine hayli Fellini filmi de izlediğim için, yeni bir şeyle karşılaşma ihtimalimin olmadığını düşünüyordum. Yanılmışım. Müthiş bir gösteriydi. Dünyanın çeşitli köşelerinden gelmiş insanların becerilerini izlerken büyülendim. Türümüzün ne kadar yetenekli olduğunu unutmuşum, onu hatırladım ama daha fazlası da vardı; o tekil egoların bir araya gelip ortaya çıkardıkları bütün, göz kamaştırıcıydı. Demek ki diye düşünmüştüm, 19. yüzyıl ütopistleri gibi, bir ada mümkün.
Mümkün mü gerçekten? Başka bir tartışma konusu. Ama salondan çıktığımda mutluydum. Ekim sonu olmalı. Marmara Denizi’nde gümrük işlemleri için bekleyen gemilerin ışıkları parlıyordu. Bir sigara yaktım ve sanki seyredilmeye değer bir şeymiş gibi, arabalarına varıp bir an evvel eve gitmeye çalışan insanların çalkantısına baktım. Aynı gösteriden mi çıkmıştık gerçekten?
Ne zaman eski dönemlerden bir oryantalistin filmini izlesem ya da anılarını okusam, hep o sirk gecesini anımsarım. Benim gözümde bu oryantalistler muazzam yetenekleri olan birer sirk yaratığıdır aslında, ne yazık ki bir araya geldiklerinde, Cirque du Soleil’dekinin aksine birer kuklaya dönüşürler.
Şimdi düşünüyorum da, sirk ile oryantalistler arasında kurduğum bağlantıda, John Le Carré’nin de payı olsa gerek. Romanlarında İngiliz istihbaratından “Sirk” diye söz eder. Oryantalizmle casusluk arasında sıkı bağlar olduğu ise kimsenin meçhulü değil. 20. yüzyıl başında hayatları filmelere de konu olmuş Arabistanlı Lawrence, Gertrude Bell gibi… Meğer Macarların da (belki de Macar Yahudileri demeliyim) bunlarla aşık atacak oryantalist casusları varmış.
Gyula Germanus’un “Hilalin Solgun Işığında Doğu’nun Büyüsü” kitabıyla karşılaşmam, bir dizi başka Macar oryantalistle tanışmamın yolunu açtı. İlk Tibetçe-İngilizce sözlüğü hazırlayan Sándor Körösi Csoma (1784-1842), Avrupa’da modern İslami ilimlerin kurucu babalarından olan ama Budapeşte Üniversitesi’nde Yahudi olduğu için dışlanan Ignác Goldziher (1850-1921), “Kastamonu Ağzı” üzerine kitap yayımlayan Macar Türkolog Jozsef Thury (1861-1906), Türk halk bilimi üzerine çalışan Ignác Kúnos (1860-1945).
Bunların içinden iki Yahudinin, Csoma’nın ayak izlerini takip eden Arminius Vámbéry (1832-1913) ile Vámbéry’nin öğrencisi Germanus’un (1884-1979) olağanüstü yetenekleri ve seyahatleriyle, sirk insanlarını çağrıştıklarını söylemek abartı olmaz.
Vámbéry, 1857 yılında 25 yaşındayken İstanbul’a gelmiş, kısa sürede paşa konaklarının aranan öğretmenlerinden birine dönüşmüş ve Hariciye Nezareti’nde çevirmenlik görevine kadar yükselmişti. Dört yıl sürecek bu ilk maceradan sonra 1862’de 40 yaşındayken yeniden İstanbul’a gelecek ve derviş kılığında Orta Asya içlerine giden olağanüstü yolculuğuna çıkacaktı. O güne dek hiçbir Batılının girmediği topraklar ve görmediği kavimlerin hikayesiyle dönecekti Avrupa’ya. Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, “Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi” kitabının yazarı Vámbéry’le karşılaşmasını şöyle anlatmıştı:
“Yetmiş yaşını aşkın bu topal Macar Musevisinin şahsında dünyanın en ilginç insanlarından birini tanıdım. Kendisinin Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu insan, Almanca kitap yazmakta, on iki dili aynı akıcılıkta konuşmaktadır; ayrıca ikisine ruhban olarak bağlandığı beş din değiştirdiğini iddia etmektedir. Bana Şark’ın binbir muammasını ve Padişah’la olan ilişkisini anlattı. Bana tümüyle güvenerek kendisinin Türkiye’nin ve İngiltere’nin gizli ajanı olduğunu söyledi. Musevilere düşman olan bir toplumda çektiği sıkıntıları anlatarak Macaristan’daki öğretim üyeliğinin göstermelik olduğundan söz etti.”
Vámbéry’nin diğer niteliklerini de şöyle sayar Herzl: 33 dereceli masonluk, Siyonizm’in sadık hizmetkarlığı, sahte dervişlik, gezginlik, kaşiflik, Türk-Macar soy birliği savunuculuğu, Türk hayranlığı ve dostluğu, Jön Türklerin akıl hocalığı, devletlerarası arabuluculuk…
Germanus’un (1884-1979) hikayesinin de ustasından aşağı kalır yanı yoktur. Macaristan’da üniversiteye yazıldığında Latin dili ve tarih bölümünü seçer. Türkçe derslerini dünyaca ünlü Vámbéry vermektedir. 1903’te henüz 19 yaşındayken İstanbul’a gelir. Jön Türklerle tanışır, onlarla Selanik’te toplantılara katılır. Yakalanıp hapse atılır. Yabancı kimliği sayesinde kurtulduktan sonra da Jön Türkler’in kuryesi olarak Anadolu seyahatine çıkar. 1915’te ikinci kez İstanbul’a gelişinde, Çanakkale cephesine giderek savaşı bizzat yerinde görür. Daha sonra anılarında şöyle yazacaktır: “Cephelerde katliam devam ediyordu, ama Çanakkale’de nispeten bir sükunet hakimdi. İngilizler boş yere kurbanlar verdiklerini ve antlaşma gereği Çarlık Rusya’sına verilmek üzere Konstantinopolis’i işgal etmenin anlamsızlığını fark etmişti. Muhtemelen galibiyet halinde anlaşmanın gereğini yerine getiremeyeceklerdi. Bu koşullarda başarısızlık belki de en büyük başarı anlamına geliyordu. Cephenin yarılmasını müteakiben İngiliz Lancashire Tugayı ve İskoç Sur Alayı’nın geri çekilme emri aldığını ancak yıllar sonra öğrenebildim. General Ian Hamilton galibiyet durumundan istifade etmek isteyen bir askerdi, ancak Londra’daki politikacılar bu ihtimali uzak görmüş ve durma emri vermişlerdi.”
1929’da bu kez Hindistan’da Kültür Tarihi kürsüsünün başkanı olarak görürüz Germanus’u. Delhi’deki Büyük Camii’de binlerce kişinin önünde Müslümanlığı seçer. 1934 yılında ise Mısır üzerinden Mekke’ye hac yolculuğuna girişir. 1955’te Cidde’de ortaya çıkar, Kral Abdülaziz’in misafiridir. Yine bir kervanla Mekke’den hareket eder. Bedir üzerinden çölde geniş bir tur atarak Riyad’a gidecektir. Yolda kaybolurlar. Bu iki maceralı çöl geçişinde de Harp kabilesine mensup bir Bedevi olan devecisi olan Mahmut eşlik eder ona.
Cerbezeli insanlardır bunlar. Onunla yaşarlar. Germanus’un kitabında bol bol var bu anlardan. Örneğin Konya’da İttihatçıların adamı Nuri Bey’e misafir olur. Yemekte, sohbet sırasında Nuri Bey, “Söyler misin bana, kim bu sosyalistler ve ne istiyorlar?” diye sorar. Germanus öyle ateşli bir sosyalizm savunucusudur ki, sözünü bitirdiğinde Nuri Bey “Bu muazzam bir fikir” diye haykırarak ellerine sarılır. “Bu insanların değil bizzat Allahın emrettiği en yüce dindir. Ben de sosyalist olmak istiyorum!” Delhinin Büyük Camii’ne, bir kafir olarak Müslümanlığı seçmeye geldiğinde de benzer bir halet-i ruhiyeye bürünecektir. Mimbere çıkar ve aşağı bakar: “Canlı insan dalgası, hareketli bir deniz gibi önümde hışırdıyordu. Adeta üzerime akan sel gibiydiler. Siyah, ak ve kızıl renkli kınayla boyanmış sakallar ormanı üzerime doğru gitgide yaklaşıyordu. Allah! Allah! diye şaşkınlıkla iç çekiyorlardı. Ben ise minberin tepesinde zevkle dikilmiştim ve kalabalığın kör taassubunun beni paramparça etmesi için tek bir söz yahut işaretin yeterli olacağının farkındaydım.” Kabe’de de benzer bir hal yaşayacaktır ama uzatmanın manası yok.
Doğulu’lardan ve Doğu yaşantısından söz etmenin dilsel kodları vardır. Germanus’da bunların hepsini görürüz: “Tam bir masal alemi bu Doğu.” diye yazar. Sonra İstanbul’a ikinci gelişinde onu değişmiş bulur ve kederlenir: “Sokaklarda üzüntüyle geziniyordum. Bu benim rüyalarımın Doğu’su değil artık.” Hindistan’da bulunduğu sırada Hintli hizmetçileri vardır. Bu hizmetçiler ev sahiplerinin ayak yıkamaya ne kadar önem verdiklerini fark edince, kendi ayaklarını da yıkamaya karar verirler ve bunun için mutfakta süt kaynatılan tencereleri kullanırlar. Germanus bunu öğrendiğinde şöyle yazar: “Avrupa medeniyeti ve Hindistan’ın bozulmamış çocuklarının ihtilafa düştükleri bu tür ufak ayrıntılara önceleri kızıyorduk ama daha sonra bu durumlardan keyif almaya başladık.” Ve Medine civarındaki harabeleri gezerken yaşadıklarını hatırladığında bir misyonu olduğunu itiraf eder: “Benden başka hiçkimse Arabistan’ın kutsal arazilerine ilişemez.”
İnsan egosu bu kadar yükseldiğinde, şuursuzluğunun gözler önüne serildiği kırılma anları da kaçınılmazdır. İki çöl geçişinde de kendisini ölümden kurtaran Mahmud’la, Riyad’da vedalaşmaktadırlar. Mahmud’un eline sadakatinin karşılığı olarak birkaç altın sıkıştırmaya çalışır. Mahmud’un cevabı tokat gibidir: “Ayıptır. Ya Seyyidi! Sen bizim bir parçamızsın, senin hayatın için kendi hayatımı ortaya koydum.”
Fakat insan bir deveciden, kendinden aşağı gördüğü birinden utanabilir mi?
Germanus Gyula Park, Budapeşte’deki Margeret Köprüsü’nün Buda çıkışına yakın, aynı adı taşıyan sokağın üzerinde ince uzun bir mekan. Bir kısmı otopark olarak kullanılan, evlerle Tuna arasında küçük soluklanma alanı oluşturan bu parkta; dinlenen, ayakkabısını bağlayan ya da bütün ömrünü o parkın karşısındaki binalarda geçirmiş kaç kişi merak etmiştir Germanus’u? Bilmiyorum. Varoluşsal açıdan bakıldığında, belki bazı soruları sormamak daha iyidir!
Hikayeleri büyüleyici, yetenekleri muazzam, arzuları sınırsızdır bu insanların. Neredeyse bir çırpıda onca dil öğrenmek, deve kervanlarıyla çöl geçmek, ölümle köşe kapmaca oynamak, iktidar sahipleriyle düşüp kalkmak ve ne olursa olsun ona göre pozisyon almayı bilmek. Hiçbiri kolay işler değildir.
Sorunun çetrefilleştiği yer bellidir öte yandan. Onların serüvenlerinden devşirdikleri ve akademik olduğuna kendilerini inandırdıkları bilgi, doğrudan siyasetin kullanımına amadedir. Suriye, Irak ve Ürdün nasıl oluştu? Hikaye daima bireysel ikbal ve tatmin arayışı olarak başlar; Bell, Germanus fark etmez. Hepsinin ortak bir metni vardır aslında, kaçış çocuklarıdır bunlar. Arzularını biçimlendiren gerekçeler ya da sosyal statüleri farklı olabilir, ama sonuçlar büyük ölçüde benzerdir. Çünkü sonuçları onlar değil daha yüksek bir otorite, adına şarkiyatçılık denilen bir akademik-bürokratik sistem dikte eder. Maceralardan sonra yorgun, tatmin olmuş biçimde eve döndüklerinde, hepsi otoritenin şemsiyesi altına girmeye hazırdırlar. “Arzu tramvayında bir kurum es’i” diyordu Foucault, yoksa Mustafa Irgat mıydı?
Edward Said, hepimiz için çığır açan kitabında “Şark’a ilişkin bir düşünce dizgesi olarak Şarkiyatçılık, özel insani ayrıntılardan genel insan ötesi ayrıntılara çıktı hep; onuncu yüzyıl Arap şiirine ilişkin bir gözlem, katlana katlana, Mısır, Irak ya da Arabistan’daki Şark zihniyetine yönelik (ayrıca, bu zihniyete dair) bir siyasa üretti kendinden” diye yazmıştı.
Belki şunu ekleyebiliriz. Şarkın bir düşünce dizgesi olarak aşağılanması şarkiyatçılarla ya da siyasi bürokrasiyle sınırlı değildir. İnanmayan D.H. Lawrence’ın Sicilyalılar hakkında yazdıklarına, Michaux’nun Asya üzerine abuklamalarına bakabilir. Bütün bunları da, “Katip Bartleby”in üzerine yıkmak haksızlık olur.
Serhat Öztürk – Türkinfo