Yazıma bir tümdengelimle başlamak istiyorum. İnsanların yaşadıkları yer Dünya. Dünya’nın üzerinde karalar, birbirinden ayrı büyük kara parçalarının her birine kıta, kıtaların belirlenen sınırlarla parçalanıyor ve her parçasına ülke diyoruz. Bu parçaların üzerinde yaşayan insanlar topluluğuna millet diyoruz. Milletlerin her birinin o çizilen sınırlar içerisinde uyguladıkları toplumsal kuralların, coğrafi ve beşeri koşulların etkisiyle oluşan bir yaşam biçimleri var. Buna da kültür diyoruz. İşte bu kültürler günümüzde dünyanın “global köy” e dönüşmesiyle birbirleriyle çok fazla etkileşir oldu. Fakat bazı kültürler hala bir şekilde kendilerini bu etkiden koruyabiliyorlar. Kültürlerini başka milletlere sadece anlatmakla veya başka kültürleri görmekle yetiniyorlar. İşte o kültürlerin en başında da İskandinav kültürü geliyor. Dünyanın en ari kültürü diyebilirim. Dünyanın her yerine etki etmelerine rağmen coğrafi koşulların da verdiği avantajla kültürlerini izole ediyorlar. Çünkü kültürleri sadelik sakinlik ve modernizm üzerine kurulu. Hal böyle olunca da kendi kültürlerini olduğu gibi anlatıyorlar. Soğuk iklimin ve soğukkanlı insanların kültürü (bilimsel olarak da 0 kan grubu soğuk insanların kan grubu olarak söylenir J İskandinavya’da en çok bulunan kan grubu 0’dır J ) olan İskandinav kültürü bu kültürün dışında birini bu yüzden çok kolay etkileyebiliyor. Çünkü farklı. Kendi kültürümüze ve yaşantımıza baktığımızda ne kadar hayal ettiğimiz şey varsa hepsi “İskandinav kültüründe”. Burada biraz reklam yapar gibi oldum ama neyse. Hal böyle olunca da yaptıkları sanatsal faaliyetlerde ilgi çekici oluyor. Sanatın her türlüsünde başarılılar. Tabii benim için ise en önemlisi sinema. Sinemalarında kendilerine ait bir tarzları var. Buna “İskandinav sineması” diyoruz. Bu bir tür değil. Türler ağacının toplamda çıktığı nokta. Bu ağaçta İskandinav sineması oluyor. Belli başlı durumlarla net bir şekilde anlayabiliyoruz. Dünya sineması üzerinde son yıllarda bayağı etkililer aynı zamanda. Özellikle kara mizah türünün dünyadaki öncülerinden kendileri. Harika şekilde kullanıyorlar. “Film Macar yapımı konuyla ne alakası var?” derseniz, buyurun başlayalım.
Evet filmimiz bir Macar yapımı. Hem de bir kadın yönetmenin elinden çıkma: Ildiko Enyedi. Kendisinin bu filmden önce herhangi bir filmini seyretmedim. Künyesine baktığımda 90’ların başından beri film yapıyor fakat bir süre ara vermiş. Sonrasında belgesele yönelmiş. 2008’de tekrar bir kısa film çekmiş, sonrasında ise bu filme kadar nadastaymış. Bu filmle tekrardan piyasaya dönmüş. Durağan bir kariyere sahip. Macar sineması her zaman Avrupa’da saygı duyulan bir sinema olmuştur. Bela Tarr – Lazslo Nemes gibi dikkat çeken yönetmenleri, “Torino Atı, Beyaz Tanrı ve Saul’un Oğlu ” gibi filmleri çıkaran sinemadan bahsediyorum. Hali hazırda günümüzde altın çağını yaşayan bir sinemadan bahsediyorum. Durum böyle olunca her sene bir şekilde dikkatleri üzerlerine toplar oldular. 2014’te “White God” ile 2015’te “Son of Saul” ile bu sene de “ Testeröl es Lelekröl” ile bize yine “ Biz buradayız!” dediler. Farklı işler yapıyorlar ve güzel işler çıkarabiliyorlar. Her sene festivallerde ön plana çıkıyorlar ve bizi artık kendilerini merak takip etmeye zerk ediyorlar.
“İskandinav kültürü ne alaka” kısmını unutturmadan hemen geçelim. Sinemalar, sinemalardan etkilenir. Hatta sinema içerisinde direkt olarak kopyalama bile vardır. Bunu saygı duruşu olarak yaparsınız ve belli edersiniz. Buna “Hommage” denir. Ama bir de kodları, tarzları kopyalama vardır. Bu da yönetmenlerin tarzlarını belirlerken etkilendikleri yönetmenler ve sinemalarla alakalıdır. Macar sinemasında özellikle son yıllarda bu şekilde bir “İskandinav kültürü ve sineması”ndan etkilenme mevcut. Kültürel olarak pek benzememelerine rağmen sinemada neredeyse aynı imge ve kodları kullanıyorlar. Tarz olarak da birbirlerine yakın tarzlar sergiliyorlar. Bunu “Torino Atı’nda” da hissetmiştim. “Son Of Saul” u da benzer Nazi hikayelerinden ayıran en önemli özelliklerden biri filmin propaganda yerine sade bir şekilde olayları olduğu gibi tüm gerçekliğiyle anlatmasıydı. Bu kötü bir durum asla değil. Hatta bir mucize. Düşünsenize. Bir kişiyi veya durumu ait olmadıkları kültürlerin imgeleriyle anlatıyorsunuz. Bu ciddi bir fark yaratır. Yönetmenler bunu iyi yaptıklarında harika işler çıkıyor. O harika işlerden biri de bu sene Berlin’de Altın Ayı’yı alan, Oscar’da “Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisinde son beşe kalan nadide film “ Testeröl es lelekröl – On Body and Soul – Ruh ve Beden.”
Filmimizin konusu “Macaristan’da bir mezbahada müdür olan Endre, yeni gelen denetçi Maria’yı fark eder. Bir gün iş yerinde bir hırsızlık olayı olur. Soruşturma başlatılır. Sorgu sırasında polisin sorularına cevap veren Endre ve Maria polisin sorusu üzerine rüyalarını anlatırlar. Aynı rüyayı gördüklerini fark eden ikilinin arasında bu rüya bir bağ olacak ve ikilinin birbirlerini tanımasına yardımcı olacaktır.” İlgi çekici bir konusu olan film, tam olarak bir türe ait değil. Filmimiz her ne kadar dram ağırlıklı olsa da içerisinde kara mizah – romantik – trajedi türlerini de barındırıyor. Birkaç türün bir arada olduğu melez bir film. Böyle olması da aslında filmi ilginç kılıyor. Çünkü hali hazırda filmi hangi türün içerisine koyarsanız koyun sırıtmıyor ve türe iyi bir şekilde hizmet ediyor. Bu konuda tebrik edilecek bir duruşa sahip. Sinematografik açıdan baktığımızda ise adeta kusursuz işçiliğe sahip bir eser. Görüntülerin harikalığı, anlatıya hizmet edişi, karakter anlatımındaki açı kullanımı, ışık kullanımı gibi konularda yönetmen harika bir iş çıkarmış. Ama filmi öne çıkaran en büyük unsur senaryo ve oyunculuklar. Senaryo açısından baktığımızda harika bir hikayeye sahip yönetmen yolunu çok güzel belirlemiş. Bu filmi diyaloglar üzerine kurup durumu açıklama misyonunu üstlenip sıradanlığı aşamayacak bir film olarak da sunabilirdi. Lakin yönetmenimiz “Sinema görselliktir” ilkesini benimseyerek harika görüntülerle karakterlerini anlatmayı tercih etmiş. İhtiyaç olmadıkça konuşmayan karakterlerimizin bedenleri bile kendileri anlatmaları için harika dizayn edilmiş. İki öteki – eksik – farklı gibi sıfatlara sığdırabileceğimiz karakterlerimiz var. Maria üstün bir hafızaya ve zekaya sahip olmasına rağmen sosyal yönden eksik hatta hasta diyebileceğimiz biri. Endre ise çalıştığı mezbahada kabul görmüş ve sevilen ama sebebini bilmemekle birlikte sağ kolunda felç olan biri. Yani aslında hayatta var olmaları için bir şekilde desteğe ihtiyacı olan iki karakter. Bu ikili rüyalar sayesinde bir noktada buluşuyorlar. Bu rüyalar bu ikiliyi bir araya getiriyor. Ama ayırıyor da. Bu rüyalar bu ikilinin birbirlerine yazdığı birer mektup gibi.
Her gün rüyalarını kıyasladıklarında aslında rüyaları kendileri kontrol edememelerinden birbirlerini sorumlu tutuyorlar. Durum böyleyken aslında bir alt dünya – üst dünya çatışması dönüşüyor. Üst dünya dediğim, var olan yaşadığımız dünya. Burada kendimizi bir şekilde toplumsal kalıplar ve kurallara sokuyoruz. Ve maalesef buna ayak uydurmak zorundayız. Egomuza sahip çıkmak zorundayız. Dürtülerimiz ve içgüdülerimize de öyle. Ama alt dünya sadece kişinin kendine ait olduğunu düşünürsek, burada tabiri caizse “en hayvani” halimizi sergilememiz, bizim bir şeye karşı kendimizi sorumlu hissetmemize neden olmuyor. Bu çatışmayı en iyi Maria üzerinde görüyoruz. Toplumsal bir birey olamamış Maria kendi alt dünyasına dahil olan bir üst dünya karakterini kabullenmekte zorlanıyor. Aylarca rüyasında gördüğü “erkek geyiği” bir anda reel dünyasında karşısında insan olarak bulmuş olması onu kendi dünyasında da kurallar kurmaya zorluyor. Çünkü var olan reel dünyada sosyal olarak eksik olduğundan her hareketi garipsenen, bir türlü kendini o topluma ait hissetmeyen ve kendini kurallara uyarak koruma altına almış bir karakter. Adeta kuralları kendine kabuk olarak kullanıyor ve bu kabuk onun toplumsallaşmasını ve özgürleşmesini engelliyor. Özgür olduğu hayal dünyasında da yeni bir karakter olması onu yine korunmak zorundaymış gibi hissettiriyor. Kendi dünyasına da yabancılaşıyor. Endre’de ise durum tam tersi. Reel dünyanın bütünü kalıplarını yıkmış olan Endre, hayal dünyası gibi özgürlüklerle bezenmiş bir dünyanın varlığına gerek duymuyor. Bu farklılık ikisini de bir şekilde bir arada tutuyor. Birlikte iki farklı dünyayı keşfediyorlar. Alter egoları olan geyiklerle Endre’nin, normal yaşantılarında ise Maria’nın alışma süreçlerini görüyoruz. Her duygu geçişi aslında karakterlerin hayatlarında büyük değişimlere sebep oluyor. Yaşadıkları her güzel şey onları yabancı oldukları dünyaya bağlasa da en ufak bir pürüzde de bir anda birbirlerinden soyutlanıyorlar. İkilinin tepkileri de ait oldukları dünyalara göre değişiyor. Duyguları gösterme veya aktarma konusunda sıkıntılı olan Maria’nın Endre ile ters düştüklerinde davranışları bunun en büyük göstergesi. Önce doğayla bütünleşip kendini serbest bırakmaya çalışsa da sonrasında ait olmadığı bir dünyada var olmak istemiyor ve intihara kalkışıyor. Rüyalarda ölemediği için ölümü tanımıyor. Bu yüzden de ölümden korkmayan bir tavır sergiliyor. Küvetin içindeki soğukkanlılığı da bunu kanıtlar nitelikte. Endre ise daha normal insanlar gibi tepkiler verip uzun süredir hissetmediği belki de aşkı hissetmesiyle gençliğine dönüyor ve tepkileri ona göre şekilleniyor. Ve filmin sonunda tamamlanan karakterler ve yaşanan birleşimle artık birbirlerinin dünyalarına ait oluyorlar. Yani aslında ruhu temsil eden Maria ve bedeni temsil eden Endre bir vücut oluyorlar ve hayat buluyorlar. Karlar ve orman geride kalıyor. Yalnızlık ve sevgisizlik de.
Harika iki karakter çizen yönetmen, verdiği karakter derinlikleri ile harikalar yaratmış. Öyle ölçülü ki edindiğimiz hiçbir bilgi bizi yormuyor, rahatsız etmiyor, hikayeyi tamamlamaktan öteye geçmiyor. Filmde hikayenin ötesine geçen tek şey görüntüler. Ciddi güzellikler sunan film her karesi ile adeta şölene dönüşüyor. Özellikle rüya sahnelerindeki soğuk ve doğa. Kar – orman. Ve tabii bu ikisi en estetik hayvanlardan biri olan geyikle de birleşince tadından yenmez bir hal almış.
Filmi çok beğendim. Kolay kolay böyle şeyler söyleyemiyorum maalesef. Ama bu film için söylüyorum. Hem türünün melezliği, hem sinemasının melezliği olsun ciddi anlamda harikulade tatlar bıraktı bende. İzlemeyenler “Kesinliklee izleyin, bayağı şey kaçırırsınız” izleyenlere ise “Afiyet olsun”lar diliyorum. Hepimiz Maria’yız, hepimiz Endre’yiz.