Gizemli adamın romanı: Macar-Tefrika-i Müteferrika

muteferrıkaSolmaz Kamuran’ın yeni Kitabı Macar – Tefrika-i Müteferrika İnkılap Yayınlarından yayımlandı. Solmaz Kamuran’la yeni romanını konuştuk. Romanda Galata bir Topkapı gravürüyle eski bir şehre ait sanılan minyatürün izini sürerek başlıyor her şey. Minare çizimleri ve Macarca yazılar eşliğinde keşfedilen bir Osmanlı yazması iki hamburger bir kola parasına satın alınıyor.

Aslında alınan soluksuz geçecek paha biçilmez bir macera. Bir anne kız dünya kurulalı beri sorulan ama cevaplanamayan bir soruyla karşı karşıya buluveriyorlar bir anda kendilerini:

“Kader geminizin rotasını kendiniz belirleyebilir misiniz?”

1600’lü yılların sonları. Kolozsvarlı bir genç, Avrupa’daki güç savaşlarının sert esen rüzgârıyla doğduğu topraklardan koparılarak içinden deniz geçen şehre kadar sürükleniyor. Günbegün değişen şartlar ve yaşanılan onca acı ve yoksunluğa rağmen içinde büyüttüğü hayalini ise hiç kaybetmiyor; düşünülen ve yazıya dökülenleri kâğıda basabilmek… Altıncı romanı olan Macar’la Solmaz Kâmuran, bu kez okurlarını hayalle gerçeğin dansettiği bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Etkileyici bir kurgu ve kıvrak bir dille anlattığı bu yolculukta; kimi zaman on sekizinci yüzyıl Orta Avrupa’sının şehirlerinde dolaşacak, savaş meydanlarının dehşetiyle sarsılacak, bir sarı bukle eski bir aşk şiirindeki “cim” harfini hatırınıza getirecek ve hüzünleneceksiniz. Bir Macar, Osmanlı’ya matbaayı getiren bir İstanbul sakini ve nihayet bir Osmanlı İbrahim. Ama pek çok dikkat çekici özelliği olan şahsiyetlerle dolu Osmanlı tarihi.

Birçok ilgi çekecek başkaları da varken neden ille de İbrahim Müteferrika?

İbrahim Müteferrika’nın hayatı hakkında ne yazık ki pek az bilgi var, gerçi yeni bazı belgeler çıktı ama yine de bunlar şaşırtıcı derecede kısıtlı. Benim için gizemliydi, merak ettim bu adamı. Zaten ben her romana bir merakımın peşinde giderim. Müteferrika’nın peşinde koşarken ondan vazgeçemez hale geldim ve neredeyse on yıl kadar onunla yattım kalktım, çok şükür başladığım işi de tamamlayabildim sonunda. Onella ile Hayyam’ın merak ettiği gibi defterin içindeki satırlarda hayal gücüyle gerçeklik hangi oranda birbirine karışmıştı? Aslında dikkatli okuyucu bunları ayırt edebilir, satırların arasına pek çok ipucu koydum.

Bir de bu bir roman, üstelik kurgusunu yaratabilmek için yıllarca düşündüğüm bir roman, gizemli bir adamı gizemli bir hikâyeyle anlatmaya çalıştım Defterdekileri yazanın da aslında siz olduğunu varsayarsak bu sorunun cevabı değişecek mi? Ne kadarı sizin hayalinizin ürünüydü ne kadarı Müteferrika’nın hayatından alınmıştır? Defteri yazanın ben olduğumu var saymak mı?

Tabii ki ben yazdım her şeyi. Dediğim gibi bu bir roman. Ne kadarı gerçek ne kadarı hayal zor bir soru. Şu kadarını söyleyeyim Müteferrika hakkında bilinenler neredeyse bir A4 sayfasına sığar, ama ben hakkında yazılmış tüm kitapları okudum ve belgeleri inceledim, yaşam biçimi ile öğrendiklerimi kendi mantık ve sezgilerimle birleştirdim ve kendi İbrahim’imi yarattım, bence o böyle biriydi.

Bu romanın geçtiği mekânlarda yaşadınız mı hiç? Macar asıllı İbrahim Müteferrika Macaristan’da nasıl tanınıyor?

Evet, birkaç defa Macaristan’a ve Romanya’ya gittim, onun doğduğu şehirde dolaştım, oradaki okulları ve kiliseleri ziyaret ettim, hocalarla rahiplerle konuştum, onu hissetmeye çalıştım, çok faydası oldu.

Müteferrika Macaristan’da ilgili kişiler tarafından çok iyi biliniyor, ama onlarda da belge sıkıntısı çekiliyor. Romanınıza biyografi diyebilir miyiz?

Hayır, ben biyografi değil roman yazıyorum, biyografi olsa üzerine biyografi yazardım.

Esin kaynağınız İbrahim Müteferrika’nın gerçek hayatı mıydı? Yoksa yazmak istediğiniz bir dönem romanını en iyi onun dilinden anlatabileceğinizi mi düşündünüz?

Ben sadece bir matbaacı değil gerçek bir entelektüel olan ve kendi kimliğinde doğu ve batıyı birbirini yok etmeden taşıyabilen değerli ve kederli bir erkeğin hikâyesini yazdım. Onu anlatırken onu buralara sürükleyen olayları da atlayamazdım. Macarların özgürlük hasretini, yaşadıkları memleket hasretini es geçemezdim. Bir hayatı aktarırken o hayatın tüm unsurlarını olmasa da o hayatın içinde yer aldığı bütünü anlatmak gerektiğine inanıyorum, ama yine de bence bu romanda içsel yolculuk oldukça büyük bir yer tutuyor.

Romanınıza matbaayı İstanbul’a getiren, dolayısıyla kitapların dünyasına önemli hizmeti geçmiş bir şahsiyete Türk yazı dünyasından önemli bir yazarın teşekkürü gözüyle de bakabilir miyiz?

Bir anlamda evet, vefa borcu diyelim. Doğrusu onun hakkında bir roman yazmak bana nasip oldu diye çok seviniyorum. Onu yazarken bir yazarın sıkıntılarını da yazabildim, bu da bir çeşit iç dökme oldu benim için.

İnsanların defter yazarak içlerindeki bir diğer kişiliği ortaya çıkarmasını yararlı buluyor musunuz? Yaşadığı zamanın yükünü hissederek üzerinde taşımış önemli kişilikler açısından bakılınca bu, gelecek nesillere bilgi aktarımı bakımından çok da yararlı görünüyor değil mi?

Böyle şeyler yarar mantığıyla yapılamaz, bu içten gelen bir şeydir, bir tutkudur, sevgidir… Bilgi aktarımını düşünmez yazı yazan biri, onları kimin okuyacağını da… Başlangıçta iş çok bireysel ve içseldir, ancak basıldıktan sonra paylaşım başlar. Romanlar ister istemez dönemleriyle ilgili bilgileri taşırlar ama asıl amaç bu değildir, bu kendiliğinden olur. Yazı yazmanın terapik bir yönü de vardır, doğru ama hiç kimseye haydi otur da yazı yaz içindeki öbür kişiliği bul denilemez, denilse de buna herhalde ancak gülünür.

Pekiyi sizin elinize geçen böyle bir defter var mıydı gerçekten, bir müzede rastlamış bile olsanız? Yoksa tamamen kurgusal bir nesne miydi defter?

Hayır, bu romanın kurgusunu ben on yıla yakın düşündüm ve her şeyi de elimden gelen en büyük özenle yaptım, ama iyi oldu ama kötü, ben o özeni gösterdim. Tarihi romanların kurgusunda okura anlatılacakları anlatmak üzere bir mizansen hazırlamak açısından hep bir harita bulunması, bir yerlerden bir kroki ele geçmesi, bir el yazmasının peşine düşülmesi, yıllar önce yazılmış bir günlüğün ya da defterin ortaya çıkması gibi unsurlar var.

Yazarlar tarafından bu tür anlatımın tercih edilme nedenleri nelerdir?

Hayalinizin kanatları sizi nereye kadar taşırsa oraya kadar gidersiniz, hakkında fazlaca bilgi olmayan birini daha rahat anlattım bu yöntemle ve bir de iç dünyasını üçüncü ağızdan anlatmak istemedim, kendi anlatsın istedim. Dediğin gibi unsurları kullanan yapıtlar var ama sayılarının çok da fazla olduğunu sanmıyorum, bence akılda kalan yapıtlar oldukları için böyle sordun.

Kitabı yazmadan önce Balkan şehirlerine yapmış olduğunuz seyahatler var sanırım araştırma ve hazırlık aşamasında. O seyahatlerden bahsedelim mi?

Evet, dediğim gibi birkaç defa gittim bana çok yararı oldu. Ben zaten doğu Avrupa’yı ve Balkanları çok severim; hem kültürünü hem insanlarını hem de edebiyatını.

Osmanlı’nın gerileme ve çöküş döneminde sık sık el değiştiren Balkan şehirleri gerçekten hüzün verir mi size? Oralarda gezerken şehrin kırık dökük hikâyelerinden etkilenir misiniz?

Veriyor tabii ama ben bu hüzne Osmanlılık açısından bakmam. Yönetenler ve yönetilenler açısından bakarım ve sıradan denilen insanların her devirde nasıl iktidarı elinde tutanların peşinde yok olup gittiklerini düşünür kederlenirim. Çok güzel yerlerdir oraları, ama iş doğanın güzelliğiyle bitmiyor, yaşam kalitesi çok önemli. İnsan hayata bir kere geliyor, bu her şeye boş verelim demek değil. Andrea Malraux’nun bir sözü var çok sevdiğim, “Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey bir hayat değildir.” İşte bu her şeyi en çarpıcı biçimde özetliyor.

Osmanlı’nın eski parlak günlerinin heyecanına kapıldığınız olur mu?

Hayır, o parlaklığın altında yatan kahırları ve kederleri görünce pek etkili olmuyor doğrusu. Ben roman yazıyorum ve insanların ortak özelliklerinin üzerinde durmayı severim, doğal özelliklerinin şu sıradan denilip üstünde durulmayan, küçümsenen özelliklerinin. Bence insanı insan yapan aslında bunlardır. Osmanlı’nın şaşaasından çok nasıl kötü yönetildiğini görmek daha etkileyici…

Genel olarak Macarlar için Osmanlı’yla yaşamaktan mutlu bir halk diyebilir miyiz?

Romanın pek çok yerinde bunun işaretleri verilmiş gibi geldi bana. Ben bu romanda tam da bunun tersini anlatmaya çalıştım, bir insan yurdundan koparılırsa, kendi kimliğinin dışında biri olmaya zorlanırsa, anadilini konuşamazsa, inancını özgürce yaşayamazsa, azınlık olarak addedilirse nasıl mutlu olabilir… Macarlar ne yazık ki tarihleri boyunca güçlü imparatorlukların arasında pinpon topuna dönmüşler ve çok çile çekmişler. Avrupa’da Bir Macarlar bir de Polonyalılar çok ağır bedeller ödemiştir özgürlük peşinde. Kimi zaman esir alınmışlar kimi zaman da zorunlu sürgünler yaşamışlar, ağır baskılardan geçmişlerdir. Macarların Osmanlı’da misafir edildikleri palavra, kesinlikle zorunlu sürgün yaşamışlar ve buralarda ölüp gitmişler.

Anlattığınız dönemde İstanbul’da ya da Macaristan’da yaşayan insanlarla günümüz İstanbul ve Macaristan insanlarının hayatları hakkında neler söylemek istersiniz? 1700’lerdeki hayatlar ve 2000’lerdeki hayatların kısa bir karşılaştırmasını yapmış olsak romanda kahramanların dilinden bahsetmediğiniz söylemek isteyeceğiniz şeyler var mı? 300 sene önce mi hayat daha zordu şimdi mi daha zor örneğin?

Hayatın zorluğunu hangi açıdan değerlendireceğiz, eğer teknolojik açıdan bakarsak tabii şimdi hayat daha kolay, kışın üşümüyoruz, çok daha kolay seyahat ediyoruz, at sırtında değiliz. Telefonlarımız, televizyonlarımız, bilgisayarlarımız var, tabii daha kolay yaşıyoruz eskiye göre. Özgürlükler ve insan hakları açısından bakarsak ki bu çok önemli, Avrupa buraya göre çok çok daha ileride, demek ki hayat insanı insan yapan değerler açısından baktığımızda burada hala çok zor. Biz çoğunluk olarak hala koşullanmalarımızı aşamadık. Ekonomik açıdan bakılınca da zaten tüm dünya bir kriz yaşıyor, parası olmayan insan için her yer aynı. Fransa kralına gidecek mektubu Avusturya’nınkine götüren casus yüzünden Macaristan’ın yeni hükümdarı olmayı bekleyen İlona’nın oğlunun atıldığı Viyana zindanında vaktiyle kendi dedesinin duvarlara yazdığı yazıları okuyarak aldığı hayat dersi insanın içini sızlatıyor.

Birkaç nesil içinde esaretin vebadan bile beter olduğunu düşünen Macar soylularına dönüşmelerinin tecrübesiydi bu. Bu etkileyici zindan hikâyesi kurgu muydu yoksa gerçekten yaşanmış mıydı?

O komplo olayı tamamen doğru, Rakoczi de dedesinin atıldığı zindanda yazmış. Bugün Viyana’da o zindan ziyaretçilere açık, turistler geziyor içinde. Değişim böyle bir şey işte, o adamlar kalkıp bunları görse acaba ne derler, ben de bunu düşünüyorum şimdi. Liseyi bitirdiğimiz günden ölünceye kadar geçecek zaman içinde tarih derslerinden aklımızda kalan tek antlaşmadır Karlofça nedense. Avrupa’da bu denli büyük çapta toprak kaybettiğimiz ilk antlaşma olması nedeniyle çocuk kulaklarımızda yer eden bir milliyetçi hassasiyet olsa gerek…

Tarihi hep hatırlanır 26 Ocak 1699. Siz Karlofça günlerinin zeminini yazarken neler hissettiniz? Bir Macar milliyetçisinin bu konudaki gerçek duygularının ne yönde olduğunu düşünüyorsunuz hem o gün hem bugün için sorarsak?

Ben o Macar’ın neler düşündüğünü detaylı olarak yazdım romanda, şimdi burada anlatıp hikâyenin gizemini açmak istemiyorum, okuyanlara da bir şey bırakalım derim. Karlofça’nın bence sadece adı biliniyor, ama enteresandır pek çok kişiye sordum, Zenta Bozgunu’nu duyan bile olmamış, neden acaba? Geçenlerde Prof. İlber Ortaylı bir yazısında anlattı o bozgunu, umarım sayesinde bir merak uyanmıştır. Bize hep zaferler anlatılıyor, bozgunlar ise halı altına süpürülüyor, bilmediğimiz o kadar çok şey var ki. Ama bilmek için gerçek bir merak gerekir, merak edilip de öğrenilen şey asla unutulmaz. Mesele ansiklopedi gibi olmak değil, o bilgiyi sindirmek önemli. Müteferrika’nın Macar’dan çok Osmanlı olduğunu hissettiğimi söyleyebilirim okurken. İçinde yaşadığı toplumun sevinç ve üzüntülerini de Macar göçmenlerin hasretlerini de içtenlikle sahipleniyordu roman boyunca.

Kurgunun dışına çıkarsak gerçek hayatta da böyle hissetmiş olmalı diye içimiz rahat söyleyebilir miyiz sizce?

Müteferrika bence hem Macar hem Osmanlı’ydı, hem doğu hem batıydı, hem bir Hıristiyan hem bir Müslüman’dı… ve gerçek bir insandı, aydındı, bilgiye inanmış ve kendini zevkle o bilgiye, sanata adamıştı. Onun yazdığı, çevirdiği ve bastığı kitaplar bence bugün de rahatlıkla okunabilir.

Bugün popüler tarih yayıncılığı dediğimiz şeyi o yıllar önce yapmıştı. Bilginin geniş kitlelere yayılmasını istiyordu ama maalesef bu gerçekleşmedi. İkide bir İstanbul’u sallayan depremlerden sonra cuma namazı çıkışlarında halkı zevk düşkünlerine karşı fişekleyen meczuplar mı daha radikaldi, gerçekte benzer durumlardan kendine pay çıkartan Avrupa’daki meslektaşları sayabileceğimiz Cizvit papazları mı, toplum üzerindeki etkilerini kıyaslarsak?

Koşullanmışlık, tabu ve dogmalara sıkıca sarılmışlık üzerine hangi kıyafeti giyerse giysin aynıdır. O meczuplar da Cizvitler de gerçekte iktidar sahiplerinin oyuncağıydı, onlar vasıtasıyla provokasyonlar yaratılıyordu toplumda. Bugün de aynı değil mi? Önemli olan provokasyona açık ya da kapalı bir toplum muyuz, hangi toplumlar provokasyona açıktır? Bunları düşünelim, bugün Hollanda’da kolayına böyle toplumsal bir provokasyon olamaz, ama burada olabilir, hem de her an. Neden? Sanırım burada bireylerin hayatlarından memnun olmamaları, umutsuz olmaları, gelecekten korkmaları, yoksullukları söz konusu, kısacası kaybedecek şeyleri yok.

Hayyam’ın özelliklerine sahip birinin 2000’lerin İstanbul’unda rahat etme mutlu olma nedenleri ne olabilir sizce? Onella’nın sürgünde ölen son Macar olmaktan korkması beni çok etkiledi mesela sırf bu yüzden İstanbul’da yaşamak istememiş. Bu gün bile Osmanlı’nın başkenti etkisi yabancıların üzerinde devam eden güçlü bir etki mi?

İstanbul gibi bir şehre ait olmak bütün olumsuzluklarına rağmen yine de bir ayrıcalık, bir zenginlik. İnsan bu şehri gerçekten görüyorsa ki bu herkesin yapabileceği bir şey değil, buradan vazgeçemez. Görmek bakmak değildir, Hayyam da bu şehri özümsemiş bir kişi, o yüzden de ondan vazgeçemiyor. Onella ise bir Macar ve Budapeşteli, o da kendi şehrine bağlı. İstanbul’u ne kadar severse sevsin ona yine de bir yabancı olarak bakıyor. Oradaki son sürgün lafı Macar tarihine bir gönderme. Batının hala devam eden oryantalist bir bakışı var İstanbul’a, bunun onların hayatında öyle önemli bir etkisi olduğunu sanmıyorum, olsa olsa bir renk denilebilir. Hele de günümüzde, yoksa neden gelip başlarına fes takarak dolaşsınlar sokaklarda, öyle görmek istiyorlar burayı. Bütün batılı unsurlara rağmen İstanbul yabancı gözüyle çok farklı, Avrupa’nın şehirlerine hala benzemiyor genelinde.

Din değiştirmek insanın kimi zaman kendine bile itiraf etmek istemediği büyük bir travma değil mi?

Olmaz olur mu hiç, dindar olmasanız bile bu geçerli, hele de zorlanmışsanız buna. Ben zorla din değiştirenlerin gerçekte yeni dinlerine gönülden bağlanabileceğine asla inanmıyorum. Bu ancak birkaç kuşak sonra olabilir. İbrahim’in bu gerçekle ilk yüzleşmesinde, bir süredir ortadan kaybolup duran ikizini, bir gün hanımına çarşıdan lüfer almış dönerken Galata Mevlevihanesi’nden çıkarken görmesi “Müslüman mı oldun sen?” diye haykırışı kulaklarımızda çınladı sanki. Gerçekten başarılı bir anlatımdı. Bu aslında hala içinde direnmekte olan Macar delikanlının haykırışıydı sanırım, ancak defter el değiştirince anlayabildik. Dediğim gibi İbrahim’in içindeki Macar asla ölmedi bence, onu özel kılan da bu zaten, her iki dünyayı da yaşatabilmesi.

İnsan manayı aşkta bulur, aşk insanda ne bulmuştur?

Bunun cevabı sırlar âleminde diyor Mevlevi şeyhi romanda ve romanın sonu sürpriz bir aşkla, bir evlilik teklifiyle bitiyor. Gerçek hayatta bu mümkün mü? 25 yıl sonra karşılaşan âşıkları bir defter yeniden birleştirebilir mi? Sürekli kaderin sorgulandığı bir romanda Onella ve Hayyam’ın kaderi gerçekten güzel kesişti. Defter son vazifesinde onları bir araya getirerek kendini de aştı, yetmezmiş gibi ortadan da kayboldu.

Okuru hala roman bitmemiş gibi aklında sorular yumağıyla bırakmış olduğunuzu düşünüyor musunuz? Biraz karışık bir son değil mi?

Bu soruya cevap vermek istemiyorum çünkü okuyucunun merakını sürdürmek üzerine yazdım bu romanı, bırakalım kendileri bulsunlar cevapları. Ben romanı bitirdim, ama okuyan herkes kendince devam ettirecektir hikâyeyi sanırım.

Not: Bu söyleşinin bir bölümü 16-05-2010 tarihli Hürriyet Keyif ekinde yayınlanmıştır

2010-06-01
Sayım Çınar / www.medyatava.com