Yıldönümleri bugünlere tesadüf eden; 1526’daki Mohaç Savaşı Avrupa tarihini değiştirdi, 1922’deki Dumlupınar Muharebesi de bu toprakları Türklerin anavatanına dönüştürdü
1526 yılında Kanuni Süleyman Han’ın orduları, Avrupa’nın kudretli krallığı Macaristan’ı ortadan kaldırdı. Daha evvelki bir ant-laşma gereği Avusturya Büyük Dükü Ferdinand, Macar Kralı’nın kız kardeşi Anna ile; Macaristan Kralı Layoş da Ferdinand’ın kardeşi Maria ile evlenmişlerdi. Bu çifte düğün gereği, hangi hükümdar erken ölürse taç öbür tarafa miras kalıyordu. Türk hakimiyet telakkisinde yeri olmayan bir kurumdur fakat Avrupa tarihinde geçerli bir siyasi veraset biçimiydi.
Tabii Avusturyalılar 1526 Ağustos’unda kralın ölmesine rağmen Macaristan’ı sahiplenemedi. Burada bir noktayı daha belirtmek gerekir; Avusturya Büyük Dükalığı mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Ama bu ülkeye bağlı Bohemya ve Macaristan’ın Germen İmparatorluğu ile alakası olmadı. Avusturyalılar Türk fethinden sonra, Macaristan olarak sadece bu krallığa bağlı olan bugünkü Slovakya’yı miras diye ele geçirdiler ve Macar tacını bu küçük ülkenin başkenti olan Pressburg veya Bratislava’da giydiler.
En objektifi Macarlar
İmparator II. Joseph gibi bazı hükümdarlar Macar tacını giymemekte ısrarlı davrandı; nedeni Macar asillerinden olan “diyet” meclisinin karar ve istişaresini dinlememektir. Macarlar da II. Joseph’e taç giymemesinden dolayı “şapkalı kral” derlerdi.
Ta 1686’da Budin elden çıkana kadar Avusturyalılar -daha doğrusu Almanlar- ile Osmanlı Türk İmparatorluğu arasında Macaristan için mücadele eksik olmamıştır. Macar krallığını resmen ortadan kaldıran Kanuni Süleyman hayatını yine Zigetvar’da eski Macaristan toprağına ait fakat Avusturyalıların elinde bulunan bu kalenin fethi ile noktaladı. 1526 Mohaç Meydan Savaşı, Osmanlı ordusunun çok az kayıpla bir günde karşı tarafa
20 binin üzerinde kayıp verdirerek nihai zaferiyle sonuçlandı. Kral Layoş da savaşta hayatını kaybedenler arasındaydı.
Savaşta yeni bir safha
1526 Mohaç ve 1686 Budin savunması arasındaki 160 sene sadece bu iki memleket (Macaristan ve Türkiye) için değil, bütün Avrupa tarihi için çok önemlidir. Çatışma o gün savaş alanında bitmiş değil, tarihçiler arasında da devam ediyor. Osmanlı tarihini en objektif ve tarafsızca derinlemesine yorumlayanlar Macar tarihçilerdir. En kaba Katolik yorumlara da yine bu ülkede rastlanmaktadır. Birinci gruba örnek, Türk tarih kaynaklarına ve belge ilmine en büyük hizmeti yapan ve bir başlangıç kuran Layoş Fekete’dir. İkinci grubun en etkin kişiliği de 20’nci yüzyıl Macar ulusal tarihçiliğin ağır toplarından Iulia Szegfü’dür.
Türkiye tarihinin aynı günlere tesadüf eden evvelki zaferi Malazgirt’tir. Bu savaşın, Anadolu’nun kapısını Türklere vatan olarak açtığı malum ve şunu söylemek lazım, bir koca ülkenin etnik yapısının değişmesinin en son örneğidir; hiç şüphesiz ki etkileri hâlâ devam ediyor.
1526’nın 29 Ağustos’undaki Mohaç zaferi Avrupa tarihinin değiştiği bir olay, Türklerin imparatorluğunun zirve noktasıdır. Hemen hemen dört yüzyıl sonra 1922’deki Dumlupınar zaferi ise Türklerin Küçük Asya’daki anavatanlarını savunmalarının zaferidir, bu dört asırda bir dünya imparatorluğu kesin çizgileri ile bir anavatana dönüşmüştür. Bunun üzerinde durmalıyız. İmparatorluklar devri bitmiştir, bu çağ anavatanların çağıdır; federasyonlar da bitmiştir. Birinci Cihan Savaşı sonrası yeni kurulan dünyada 30 Ağustos zaferi siyasi bakımdan fevkalade önemlidir.
Askeri bakımdan Sakarya Savaşı ile Dumlupınar Başkomutanlık Muharebesi arası, bütün Türk savaş tarihinin en önemli dönüşümünü temsil eder. Makyavelli’nin “Prens” adlı eserinde de önemle belirttiği gibi; Roma orduları ile Türk ordusu arasındaki fark “ricat” yani çekilme konusundadır. Romalılar hücum gibi çekilmeyi de bilirlerdi, ona göre Türkler hücum ve kuşatmada çok daha maharetlidir fakat ricat bilmezler, ki doğrudur. İzladi derbendinde (15. asır), 1683 Viyana kuşatması sonrasında ve 1912 kışında Balkan Savaşı’nda bu görülmüştür. Ricat yani geri çekilme olayını bir panik ve bozgun değil, bir askeri taktik ve savaş tekniği haline dönüştüren Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı ve komutanlarıdır. Dumlupınar ve
30 Ağustos’ta bu görülmüş ve savaş tarihinde yeni bir safhaya geçilmiştir.
Topkapı Sarayı ve Ayasofya’da yeni buluntular
İstanbul’un merkezi Ayasofya ve Aya İrini kiliseleridir. Aya İrini eski bir kilisedir, lakin Iustinian devrinde yeniden inşa edildi, biçim ve üslup değişiklikleri geçirdi. Fetihten sonra da camiye çevrilmeyen nadir kiliselerdendir.
Aya İrini’nin güneybatıya düşen ve Ayasofya’ya bakan tarafının zaman içinde bazı tahribat gördüğü hep söylenirdi. Eskiden bu büyük kilise Ayasofya ile organik bir bağ içindeydi. Günlük hayatta “ilahi hikmet” ve “ilahi barış” kiliselerinin iç içe olması kadar olağanı da yoktur. Topkapı Sarayı’nı çeviren Sur-u Sultani bu iki kilisenin arasını bölmüşse de, Aya İrini’nin idare olarak bile Ayasofya Müzesi’ne bağlı olması bu gerçeğin bir göstergesidir.
Son aylarda İstanbul Üniversitesi Bizans Sanatı Tarihi öğretim üyesi Dr. Feridun Özgümüş ve Dr. Hayri Fehmi Yılmaz burada kazı çalışmalarına başladılar. Ortaya çıkan kalıntılar Aya İrini’nin bitişiğinde piskoposluk sarayı olduğunu gösteriyor. Bu saraya külliyeyi ziyarete gelenlerin kaldığı bir han diyenler de var. Belki iki işlevi birden görüyordu ama bulunan piskoposluk sarayı kalıntıları ve avlu, kilisenin iç mimarisiyle de uyum gösteriyor ve belli ki bugün konserlerle tanıdığımız Aya İrini, geçmişte Bizans ruhbanının toplantı ve ruhani meclisinin bulunduğu bir mıntıkaydı. Ayasofya ile de mimari geçiş ve bağı kuvvetliydi.
Gençlerimizin kusuru
Son iki yıl; gerek Marmaray kazılarının Yenikapı bölümü, gerekse Sur-u Hümayun içindeki, özellikle Aya İrini’nin yanındaki yüzeysel temizlik ve kazı başlangıçları Bizans dönemi Konstantinopolis’inin tarihini aydınlatacak görünümler ve ipuçları vermeye başladı. Daha evvel Ayasofya’nın müdürü Feridun Dirimtekin’in başlattığı ve yarım kalan kazı, bu sefer devam edeceğe benziyor ve Topkapı Sarayı alanının da Roma Bizans dönemine uzanan mevzii kazıların yapılması kaçınılmazdır.
Bazı ezberlerin değiştirilmesi gerekir. Cumhuriyet döneminde Bizans döneminin tahribi değil, imkan nispetinde araştırılması söz konusudur. Ama Bizans ilminin ve sanat tarihinin filolojik bir eğitimle ve metodik olarak başlatılamadığı da bir gerçektir. Bu da cumhuriyet rejiminin ve politikasının değil; dilbilim, tarihi metin tetkikinde merak ve gayret seviyesi düşük olan gençlerimizin kusurudur.
İlber Ortaylı- Milliyet